2 Kasım 2011 Çarşamba

Despotizm, içinde bulunulan anın rejimidir...

Montesquieu, despotizm üzerine şunları söyler: Despotizmde insanlar her şey oldukları için değil, hiç bir şey olmadıkları için eşittirler.

Despotizmin yasalarının olmadığını (ilkelerinin) belirtir. Ve..Günümüz Türkiye'sini mükemmel bir şekilde özetleyen şu cümleyi kurar: Despotizm, içinde bulunulan anın rejimidir...

                                                           ***

Peki şimdi hangi anın içinde bulunuyoruz..?

Cumhurbaşkanı Gül'ün "intikamı alınacak" dediği, Başbakan Erdoğan'ın BDP'yi adeta terörist  ilan ettiği bir andayız.

An itibariyle Fethullah  Gülen'in Kürt sorununa yaklaşımı şöyle:  "Nush ile uslanmayanın hakkı kötektir ! O hakkı kötektir olan, Allah'ım onların da altlarını üstüne getir. Birliklerini boz, evlerine ateş sal. Feryadı figan sal, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir !."

En, demokrat gazetemiz Taraf'ta yazan, F Tipi polis-yazar Emre Uslu insansız hava araçlarına aşık olmuş bir vaziyette bakın ne diyor: "Zira devletin elindeki teknolojik imkânlarla artık dağ taş bombalanmıyor. İHA'lar lazerle noktalıyor uçaklar ve helikopterler bombalıyor. Son operasyonlarda feci son ile karşılaşan PKK militanlarının sayısı bile bilinmiyor."

Evet, "Despotizm, içinde bulunulan anın rejimidir..." İşte devleti yönetenleriyle, tarikatlarıyla, yandaş medyasıyla şimdi bize Ragıp Zarakolu ve Prof. Büşra Ersanlı'nın silahlı terör örgütü kurduğu, yönettiği, üye olduğuna inanmamızı istiyorlar.



İste bu despotiklerimiz iki yıl önce "güzel şeyle olacak" diye Kürt Açılımını başlatırken,artık terör örgütü demeyelim,vesayetçi dilden kurtulalım, analar ağlamasın, şimdiye kadar silahla çözülmedi şimdi açılım ile sorunu çözeceğiz diyorlardı..

Karşı  çıkanları ise faşist ilan ediyorlardı.

İşte bu despotiklerimiz seçim anında Kandil'deki PKK yöneticileriyle aynı masada pazarlık yaparken aynı anda seçim meydanlarında asma -kesme muhabbeti yapıyorlardı.


İşte bu despotiklerimiz, sivilleşme, demokratikleşme, diye diye şimdi daha iyi öldüren, özel seçilmiş özel tim ve ordunun ne kadar güzel bir yöntem olduğunu  anlatıyorlar.

Onların keyfi, açılım istediğinde  anında açılımcı, savaş isteğinde anında savaşçı, sivilleşme isteğinde anında sivil, militarizm istediğinde anında militarist olunacak.

Anayasa, yasa, kanun, ilke, hukuk...Onlar isteğinde var, istemediğinde yok...

Aynı yasalarla PKK'lılar Habur'dan elini kolunu sallayıp çıkmıştı ve yine aynı yasalarla o PKK'lıların tümü ceza aldı...


An değişince onlar da artık bir alışkanlıkla hızla değişiyorlar. Onlar kadar hızla değişmeyenleri de faşist ilan edip tutukluyorlar .

Değişmeyen tek şey ise despotizm oluyor...Çünkü  "Despotizm, içinde bulunulan anın rejimidir..."

22 Ekim 2011 Cumartesi

Anton Çehov Anadolu'da

Anton Pavloviç Çehov, ünlü tiyatro eseri Martı'nın oyuncularına şöyle seslenir: "Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamaktır esas olan..."


Çehov, hep kısa, sade basit ama derin yazdı..Taşrayı, kasabayı, doğa koşullarını, bozkırı ve bu koşullar içindeki küçük insanının bıkkın, durgun kaderlerine razı olmuş hikayelerini...

Bir Taşralının Öyküsü, Bozkır, Korkulu Gece, Doktor Çehov'dan Öyküler (benim okuyabildiklerim maalesef bu kadar) 'de insanın yaralı ruhunu bulursunuz. Çocuklara olan özel duyarlılık da hikayelerine ince ince sinmiştir.
Çehov aynı zamanda bir tıp doktorudur. Hastalarıyla kurduğu ilişki, cerrahlık, ölüm ve hastalarının hikayeleri Çehov'un oyunlarını ve hikayelerini  besler.

                                                                      ***
"Bir Zamanlar Anadolu'da"(BZA) filmini seyrederken ilk anda içime yerleşen  duygu tanıdık geldi..Ama tam çıkaramadım. Filmin sonunda alıntıların Çehov'dan yapıldığını okuyunca kafamda üç ismin görüntüsü yan yana beliriverdi. Çehov, Dr. Ercan Kesal ve Nuri Bilge Ceylan.


BZA'nın senaryosunu Nuri Bilge ve Ebru Ceylan ile birlikte yazan Dr. Ercan Kesal, hekimliğinin ilk yıllarında Kırıkkale'nin Keskin ilçesinde yaşadığı olaylardan yola çıkıyor.


Kesal'ın kişisel hikayesi de Çehov'a benziyor...Sinemayla, edebiyatla,sanatla iç içe olan bir tıp doktoru Kesal. Çehov bunu şöyle anlatır..."Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiriyorum"

Kesal ve Ceylan'ın aynı zamanda iyi birer Çehov okuyucuları olduklarını da düşünecek olursak karşımıza adeta Çehov, Kesal, Ceylan ortak yapımı bir " Tük-Rus Ortak Bozkır Yapımı Anton Çehov Anadolu'da" çıkıyor...

                                                          ***
BZA'nın hikayesi basit...Aslında bir hikayesi bile yok dinecek kadar basit...Ama bu basitlik içinde her biri bizi başka yollara sürükleyen karakterlerin hikayeleri derinleşerek akıyor. Filmden çıkınca Volkan Konak'ın "herkesin bir derdi var, durur içerisinde" türküsünü içimden mırıldandım bir süre...(duydum: filmde aynı türküyü anımsayan başka kişiler de varmış)  


Nuri Bilge Ceylan görsel olarak bozkırdan olağanüstü zengin görüntüler çıkarırken, film de zaten bozkır tadında akıyor. Başta dümdüz boş, ıssız olan bozkıra ince,dikkatli, duyarlı ve değişik açılardan bakan gözlerle bakınca neler görünür neler...Rüzgarın önünde sürüklenen eşyalar, dolunayın ekinlere düşerken yarattığı senfoni, sağlam bir elmanın yuvarlana yuvalana çürük elmaların yanına kadar   sürüklenmesi ve..Issız bozkırın kulağımıza gelebilecek tüm sesleri..


İşte toprak, işte rüzgar, işte dere: Anadolu...İşte bu Anadolu'da savcı,polis, asker,  doktor ve muhtardan oluşan "Devlet"...Bozuk, yabancılaşmış, işlemeyen, kendi içinde didinip duran devlet...Duyarsız, başındaki işi savmaktan ibaret olan görev anlayışıyla dökülen devlet...

                                           ***
Ceylan, Kesal ikilisi, Neşet Ertaş'ın  Anadolu'nun Ağıdı gibi yükselen  "Allı Turnam" eşliğinde gecenin ortasında karanlık bir bozkırda daha neler anlatıyorlar neler:


Ölüm, intihar, yaşam, kadın, erkek, çocuk üzerine derin, felsefik  tadlar bırakan göndermeler ve  tartışmalarla Ceylan, filminin tüm sahnelerini telkari işçisi gibi işliyor..Bakmamız, görmemiz, ve duymamız için güçlü bir davet sunuyor bize...

Köye güzel bir mezarlık, hastaneye güzel bir morg yapılsa...Ama işte şu bozuk düzen çalışsa da bize daha güzel bir ölüm nasibolsa...


Taşra insanının ölüme, ölü eşyasına, mezarlığa ve morga gösterdiği önem ile ölümün günlük hayatın basit bir fon müziği olarak kalması arasındaki çelişkisi...Haksız da sayılmaz hani. Çünkü ancak ölümle hatırlanan  bir yerdir Anadolu...


İşte ölü otopsi masasında kesilip biçiliyor...Tüm organları sökülüyor ama yanı başımızda bir okul bahçesinde çocuklar top oynuyor. Ölen adamın eşi , torbasında ölü eşinin giysileriyle yürüyüp gidiyor. Kadının peşindeki çocuk ise geri dönüp yola düşen topa şöyle bir vuruyor ve tekrar devam ediyor.


O sırada doktor,sırf bu çocuk için katilin daha az ceza almasını sağlayacak şekilde rapor düzenliyordu...Katili otopsi yapan doktor, katilin çocuğunu emanet ettiği  polis, çocuğundan aldığı taş darbesiyle gece boyunca ağlayan katil ve çocuğunun bilinen babasını öldürdüğü için biyolojik babasını taşlatan anne  "çocuk" un durduğu yerde buluşuyorlardı aslında...Aynen tüm kahramanlarımızın muhtarın güzel kızına bakarken o muhteşem güzellikte buluşması gibi...Güzellik ağlatır katili söyletir...

                                                          ***
Evet, Ceylan ve Kesal  Çehov'un ruhunu orta Anadolu bozkırında dolaştırıyorlardı...Ama karalık gecenin  ara ara aydınlanan sahnelerinde sık sık Dostoyevski hatta Kafka da görünüp görünüp kayboluyorlardı.


Tolstoy'un Çehov için söylediklerini biz de Ceylan ve Kesal için söyleyerek tamamlayalım bu heyecan veren film için ne kadar yazsak eksik kalacak cümlelerimizi: "Bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri çekilip baktınız mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

21 Şubat 2011 Pazartesi

Tankın üstüne çıkmış, namluyu halka çevirmiş, barış yazıları yazıyor gibi…

Yıldırım Türker, “Radikal 2 Aydınları”nın  prototipidir.


Kabul etmek gerekir ki güçlü bir kalemi var. ..Ezilenleri,vurulanları, köşede kalanları yazıyormuş gibi yapar.. “Muş gibi” yapar diyorum çünkü durduğu yer, yazdıklarını yalanlıyor.


Tankın üstüne çıkmış,  namluyu halka çevirmiş, barış yazıları yazıyor gibi…


Radikal  Gazetesi, Egebank’ın sponsor olduğu projelerden para kazanacak. Sonra reklamını yaptıkları Murat Demirel  bankadan milyarlarca doları hortumladığında dili tutulacak.


Amerika,  dünyanın gözünün içine baka baka  yalan söyleyecek, bu yalanlarla Irak’ı işgal edecek. 1 milyon sivili öldürecek. Bu soykırıma açık açık destek veren gazetesinin yazarlarına karşı sus- pus olacak. (Mesela Cengiz Çandar)


Elinde bulundurduğu devasa medya gücünü nasıl elde ettiği ve bu gücü nasıl kullandığını bildiğimiz patronu Aydın Doğan’a dair tek kelime tabii ki yazamayacak  ama kendi çabalarıyla bir internet sitesi kuran , orada yazıp çizen Soner Yalçın’a “faşist işadamı” diyecek.


Dedik ya güçlü bir kalemi var…Bu kaleminin gücüyle sosyalist, muhalif gazetecilerin tutuklu olmasını, Güneydoğu’da  küçücük kızların vurularak öldürülmesini  getirip Soner Yalçın’ın özgürlüğünün önüne atmış…Görüşü ne olursa olsun, bir gazeteciyi düzmece belgelerle içeri tıkamazsınız diyen bizleri küçücük çocukların cesetleriyle susturmaya kalkmış.


Bugün siyasi, ekonomik, askeri güç tümüyle AKP hükümetinin elindeyken, bu devasa güce karşı cesur yayınlar yapan Soner Yalçın’ı muhalif olarak kabul etmiyorsun öyle mi,  Yıldırım Türker… ?
Senin içinde bulunduğun bu basın sistemi , bu kartel medyası  sosyalist gazetecilerin tutuklanmasını, ceza almasını yazdı da Soner Yalçın mı engelledi…?


Radikal Gazetesi, Güneydoğu’da kurşunlara dizilen çocukları her gün manşetlerden duyurdu da Soner Yalçın mı engel oldu..?


Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunu araştıran, haber yapan, bir suçlama aracı olarak, bir seçim stratejisi olarak  kullanan yandaş medyanın yöneticilerinden Akif Beki işte seninle aynı gazetede yazıyor…Çak bir yumruk yan köşeye de görelim…?


Evet, bu medya ikiyüzlü, evet bu medya çifte standart uyguluyor, evet bu medya tam da senin yazdığın gibi…Peki,  bu medya neredeyse yüzde 99 bugünkü iktidara teslim olmuşken, ikiyüzlülüğünü Soner Yalçın’ın tutukluluğu üzerinden eleştirmek hangi vicdana sığıyor..?


Yazında bahsettiğin SDP Genel başkanı niçin içerde? Zaman, Yenişafak,Star  Gazeteleri,  O’nu Hanefi Avcı ile ilişkilendirip Devrimci Karargah Örgütü üyesi diye sunarken, ODA TV bu operasyonu deşifre ediyordu, ne çabuk unuttun…?


Mutki’de toplu mezarlardan ceset çıkarılmasını getirip Soner Yalçın’ın özgürlüğüne pranga yapıyorsun, değil mi? Peki o cesetlerin toplu halde gömüldüğü dönemin Bitlis Alay Komutanı olan General Kormaz Tağma  neden yandaş medyanın manşetlerine çıkmıyor.  Sakın Zaman Gazetesi’nde yazdığı  için olmasın..?


Ne demiştik.?  “Radikal 2 Aydınları”....: Irak’ı , Afganistan’ı işgal eden ve milyonlarca sivili öldüren bu emperyalist sisteme temelde itirazları yok. Sosyalist, muhalif  en küçük itirazı bile sert bir karşılıkla susturan Türkiye’nin bu kapitalist- sağcı, neo-liberal düzenine temelde itirazları yok…


Bu düzenin en büyük destekçileri olan Aydın Doğan’a, Koç’a Şahenk’e, Çalık’a itirazları yok…Onlardan aldıkları maaşları afiyetle yerler.


Ya..?

İşte bu düzenin mağdurlarına patronlarının izin verdiği ölçüde ve haftada bir çıkan bir ek yayında birazcık değinerek vicdan rahatlatma oyunu oynuyorlar.

Ellerinde silah, parmakları tetikte, öldürmenin kötülüğü üzerine  şiir okuyorlar…

15 Şubat 2011 Salı

Bir Gazetecilik Neferi: SON- ER

Ergenekon Operasyonu başladığı günden beri kendisini “Kemalist-Ulusalcı” olarak tanımlayan kesimlerde bir ağlaşma var. (Aydınlıkçılar hariç)


Biz bu hallere mi düşecektik, “ahhh… Cumhuriyetimiz, vahhh Paşalarımız  muhabbetinin ötesine geçecek herhangi bir tavır, düşünce davranış içine giremediler.


Hele ki Cumhuriyet Gazetesi…

Başyazarı İlhan Selçuk davanın sanığı olmuş bir gazete olarak Cumhuriyet,  bu süreçte karşı tarafı sarsacak tek bir haber yapamadı.

Çetin Doğan’ın Amerika’da yaşayan akademisyen kızı bile sınırlı olanaklarla yazdığı kitapla adeta Balyoz Davası’nı çökertirken elinde gazete, tv, internet olanağı bulunanların pısırıklığı akıl alır gibi değil.


İşte bu ortamda Soner Yalçın gazeteciliğini konuşturdu. ODA TV’de bilgi, belge, haber yayınladı.


• Ergenekon davasını yürüten polisler ile davaya bakan yargıçların görüşme fotoğraflarını Soner Yalçın yayınladı.

• Ümraniye’deki gecekonduda arama yapan polislerin askerlere küfrettiğini,  daha  ilk günden “Ergenekon” ismini telaffuz ettiğini Soner Yalçın yayınladı.

• Taraf Gazetesi yazarı aynı zamanda polis memuru Emrullah Uslu’nun ABD’deki ilişkileri, uçamaz raporu alıp devletin bursuyla gittiği ABD’den Taraf’a yazılar yazdığını Soner Yalçın yazdı.

Bu listeyi daha da uzatabiliriz.

Yani, Soner  Yalçın, yerinde oturup “ah..vah…”diye ağlaşacağına  gazetecilik yaptı. Cesur gazetecinin her koşul altında mesleğini icra edebileceğini gösterdi.


Son olarak, Ergenekon davasını yürüten polislerin ABD’den eğitim aldığını gösteren videoyu yayınladı. Bu görüntüleri elde edip yayınlamak bile bu ortamda başlı başına büyük iş…


Şimdi Soner Yalçın, çete, gladyo, darbe, faili meçhul suçların simgesi haline getirilen Ergenekon’da yargılanacak.


• Soner Yalçın, Jitem isminin kamuoyunda duyulmasını sağlayan ve Jitem’in cinayetlerini anlatan Ersever’in İtiraflarını yazarken Zaman Gazetesi Veli Küçük ile “kanka” idi…


• Soner Yalçın Susurluk Çetesinin ve Gladio’nun Türkiye’deki tetikçisi Abdullah Çatlı’nın tüm ilişkilerini deşifre ederken bugünkü yandaş medya o zamanlar fasa-fiso manşetleri atıyordu.

• Soner Yalçın’ın gazetecilik yaptığı 2000’e Doğru Dergisi  ilk kez Hizbullah’ı, Hizbul Kontra’nın cinayetlerini yazarken , Mümtazer Türköne,  Tansu Çiller’e “Vatan için kurşun atan da yiyin de şereflidir” cümlesini söyletiyordu. (2000’e Doğru Dergisi’nin Diyarbakır muhabiri Halit Güngen Huzbullah tarafından öldürülen ilk gazetecidir)

• Soner Yalçın’ın gazetecilik yaptığı Aydınlık Dergisi, devlet, mit, jitem, özel harp dairesi içindeki pislikleri deşifre eden “Mit Raporları”nı yayınlarken, bugün Soner’in kendi yazarı olduğunu bile yazamayan Hürriyet,  devletin derin gücüne methiyeler düzüyordu.


Güncel olan son bir örnek:  Tüm dünyayı sarsan Wikileaks belgelerini bırakın araştırmayı, önüne   gelen hazır haberleri bile yayınlamaktan aciz medyanın olduğu bir ortamda Soner Yalçın,  tüm bu belgelere ulaşıyor,  Türkçe’ye çeviriyor ve kitap olarak hazırlıyor. (şimdi savcının elinde…)


Soner Yalçın bu haberleri yaparken, bu kitapları yazarken,  O'nu korumaya alan yandaş medyası, başbakanı, Cumhurbaşkanı, yandaş yargısı yoktu.


İçinde gazetecilik vicdanı taşıyan her habercinin “gerçeği anlatma”  sevdasından vazgeçmeyen Soner Yalçın tüm bunlarla yetinmiyor, elini taşın altına koyup bir de tv kanalı kurmak için harekete geçiyor.

Yani; boyuyla, posuyla, aklıyla, vicdanıyla, düşünceleriyle, duygularıyla, bir bütün olarak gazetecilik yapıyor…

Tek bir araştırma, inceleme, haber yapamadıkları halde kendilerine gazeteci diyen bazı tipler de Soner Yalçın gözaltındayken televizyonlara çıkıp gazetecilik, hukuk, insan hakları dersi vermeye utanmıyorlar.


Gazi Katliamı’nı solcular, Sivas Katliamı’nı Aleviler, Maraş Katliamı’nı Hrant Dink yaptı diye yazanlar şimdi  Ersever cinayetini Soner Yalçın’ın üzerine yıkmaya hazırlanıyor.


Peki sonuçta ne olacak..?

Ne olacağını da Soner Yalçın ve O’nun gibi cesur gazetecilerin kaleminden bu toplum er ya da geç tüm çarpıcılığıyla öğrenecek…

6 Şubat 2011 Pazar

Tesadüfen Defne Ormanı’na Düştüm: Biutiful’du…

Pazar günü,  erkenden kalktım. İstanbul’un ancak Pazar sabahları tenhalaşan trafiğinde çabucak Taksim’e vardım.
Biraz sağa sola bakındıktan sonra yeni başladığım etkili konuşma ve anlatım  kursunda yerimi aldım.
Hoca ilk derste,  artikülasyonu anlatırken , pratik çalışmayı Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri ile yaptırdı.
Yıllar olalı okumadığımdan olsa gerek neredeyse unuttuğum bu şiir karşıma çıktığı için sevindim. Belki de sevdiğim bir şiiri tekrar keşfettiğim içindir ki ders oldukça zevkli geçti.
Önceden planladığım gibi kurstan sonra da sinemaya gidecektim.

Bileti aldım ama daha filmin başlamasına epey zaman vardı. En iyisi kurs notlarını ve kitapları taşıyabileceğim bir çanta alayım dedim.

Girdim, küçük bir dükkana…Tezgahtar genç ile pazarlık yaparken, “abi o fiyatın altına  düşemem ama istersen aynı markanın çakması var, daha ucuza alabilirsin” diyerek yeni seçenekler sürüyordu önüme.

Biraz da zaman geçsin diye,  tezgahtarla epey muhabbeti koyulaştırdıktan sonra ucuz olan çakma çantayı alarak çıktım.

                                                           ***

Sinemada,  “Paramparça Aşklar ve Köpekler” filmiyle gönüllerimizi fetheden

Alejandro Gonzalez Inarritunun Biutiful’u oynuyordu.
Javier Bardem v Maricel Alvarez,muhteşem oyunculuğuyla film hemencecik seyirciyi içine çekiyordu.
Yazının başlığında kullandığım “tesadüf”lerden ilkini filmin başlarında yaşadım. Barcelona’nın varoşlarındaki kaçak işçiler bir çanta imalathanesinde çalışıyorlardı. İnsanlık dışı koşullarda üretilen çantalardan biri  belki de az önce aldığım çakma çantaydı…Karanlıkta çantanın şekline bir kez daha bakmayı denedim ama filmin akışını  kaçırmaya başlayınca vazgeçtim.
                                                            ***
Film arasında fark ettiğim ikinci tesadüfle adeta sendeledim.
Tesadüfe bakın ki, bu film neredeyse birebir derste gördüğümüz Melih Cevdet’in şiirini anlatıyordu. Ya da şiir filmi…



köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için
felsefe yapıyorlardı, çünkü
ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
köle sahipleri veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.
Azgınlaşmış neo- liberal  düzenin sömürücü yüzünü yumruk gibi yüzümüze çarpan filmin ikinci yarısını seyrederken artık fonda bu şiir vardı.
Sadece şiir mi…?
Barcelona’dan, Mısır’a, Çin’den,  Türkiye’ye…Yeni dünya düzeninin en diptekilerinin hikayeleri filmle birlikte beyaz perdeye yansıyordu.
Inarritu, daha önceki gün Ankara OSTM’de kaçak işyerlerinde can veren 17 işçiyi anlatıyordu.
Inarritu , Mısır’da ABD destekli diktatörlüğün günde 2 dolara mahkum ettiği   40 milyon aç insanı anlatıyordu.
Inarritu , çalışma bakanının “güzel (biutıfıl) öldüler” dediği Zonguldak’taki 30 madenciyi anlatıyordu.
Inarritu, gösterişli kızların ve erkeklerin kı….ç..nı sallaya sallya giydiği jeanleri beyazlatırken genç yaşta ölüp giden kot kumlama işçilerini anlatıyordu.  
Inarritu, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde silahla vurularak öldürülen Kenya’lı Testus Okey’in katillerinin bir türlü bulunamamasını anlatıyordu.
Ve… Inarritu’nun tıkandığı yerde sözü Melih Cevdet Anday alıyordu:



köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapıyorlardı, çünkü
felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
felsefe veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.



Bize demokrasinin, sosyal devletin, insan haklarının mabedi olarak sunulan Bercelona’nın , Paris’in, Londra’nın banliyölerindeki faşizmi anlatıyordu film..
Ve soruyordu beyaz perdeden Inarritu: Daha başkentlerinin arka sokaklarındaki milyonlarca aç insanı kölelikten kurtaramayan liberal- kapitalist batı, Mısır’a , Yemen’e, Tunus’a nasıl demokrasi götürecek..?
                                                           ***
Yazının burasında bir düzeltme yapmak istiyorum: Başlıktan itibaren kullandığım “tesadüf” kelimesini yok sayıyorum. Çünkü, Inarritu nun Biutiful’u, günümüz dünyasının gerçekliğini o kadar sade ve çarpıcı anlatıyor ki, herhangi bir günde ve günün herhangi bir saatinde filmden bir sahnenin karşımıza çıkmaması imkansız.
Nitekim, işe geldiğimde çalıştığım binanın yan tarafında her türlü güvenceden ve sosyal haktan yoksun Moğolisltanlı çocuklar neredeyse kilolarının iki katı ağırlığındaki moloz çuvallarının altında iki büklüm çalışıyorlardı. Inarritu’nun tek bir filmini seyredemeden, Melih Cevdet’in tek bir şiirini okuyamadan bu dünyadan göçüp gidecek çocuklar, kimbilir, belki de günde iki dolara 12 saat çuval taşıyorlardı.



felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
felsefesi. ve sahipsiz felsefenin
ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
ekmeğin sahipsiz felsefesini
felsefenin sahipsiz ekmeği.
ve yıkıldı gitti likya
.

hala yeşil bir defne ormanı altında.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Sevgili, muhterem, aziz, örgütlü vatandaşlarımız…!

Yapılan kamuoyu yoklamalarının yüzde 99’u AKP’yi yüzde 45 ve üstünde gösteriyor.
CHP’nin açıkladığı ankette bile AKP yüzde 40…
8 yıldır iktidarda olan bir parti üçüncü kez tek başına iktidarını neredeyse garantilemiş durumda.
Neden..?


Ekonomi çok mu iyi…
İşsizlik bitti mi..
Esnaf halinden memnun mu…
Çiftçi borç batağında değil mi..?


Tüm veriler, saydığımız bu alanda işlerin iyi gitmediğini gösteriyor.
O halde AKP neden düşmüyor…?
Şimdilik soruları burada keselim ve şöyle bir ahaliye bakalım…


                                        
İşte haber: "Sosyal paylaşım sitesi facebook üzerinden başlatılan 'AKP'ye içiyoruz' kampanyası kapsamında örgütlenen vatandaşlar, Türkiye'nin çeşitli noktalarında bir araya gelerek, yeni yapılan düzenleme ile alkol satışına sınırlama getirilmesini içki içerek protesto etti."


Ne güzel değil mi..?

Demek ki vatandaşlarımız AKP’ye karşı örgütlenmişler…?

Öyle bir örgütlenme ki AKP kendisi yapsa AKP’nin ekmeğine ancak bu kadar yağ sürer…


Vatandaşlarımız, her gün yaklaşık 800 bin bedava dağıtılan cemaat medyasının etkisine karşı, sevdiği, beğendiği medyaya destek vermek için değil…


Vatandaşlarımız, her ilde sayısı onları bulan tarikat dershanelerine, yurtlarına, okullarına karşı, kendi okullarını, yurtlarını, dershanelerini kurmak için değil…


Vatandaşlarımız, yoksul seçmeni AKP’nin elinden kurtarmak için gıda, giyim, sağlık yardımları yapacak kuruluşları organize emek için değil…


Vatandaşlarımız, gecekondulara, konfeksiyonlara, işsiz kahvehanelerine, atanamayan öğretmenlere gitmek için değil…


Vatandaşlarımız oy kullanmayan 12 milyon kişiyi sandık başına getirmek için değil…




Ne güzel, ne mutlu ki vatandaşlarımız içki içmek için çabucak örgütlenmişler.




Örgütlenmekle kalmamış, harekete geçmiş ve eylem koymuşlar…


Sevgili, muhterem, aziz,  örgütlü vatandaşlarımız…!


Biliniz ki, bu ülkede her akşam kafayı çeken adam bile  içkiye karşıdır.
Diyeceksiniz ki, yaşam biçimimizi korumayacak mıyız…?


Üzgünüm, muhterem, aziz,  örgütlü vatandaşlarımız…Hep muhalefette kalarak yaşam biçiminizi koruyamazsınız…


Kitle gücü, sermaye gücü, medya gücü gibi günümüzün başlıca iktidar araçları arasında maalesef alkol yoktur…


Ya, çalışıp iktidara geldikten sonra yaşam biçiminizin keyfini çıkarırsınız, ya da 12 Haziran’da yaşam biçiminiz için düzenlenen mevlitte birileri bol bol şerbet içip ruhunuza fatiha okur…




Sevgili, muhterem, aziz,  örgütlü vatandaşlarımız…!




Tercih sizin…

12 Ocak 2011 Çarşamba

Anadolu'lu HESO ile HES’lerin türküsü

Kırmanci’de ayıya HES denir…
Özellikle ormanlık bölgelerde yaşayan köylülerde hep bir HES (ayı) korkusu vardır.
Ancak, ayının köylüye zarar verdiği olaylar çok seyrektir.
Çünkü köylü, ayının ne zaman tehlikeli, ne zaman uysal olduğunu bilir. Ayıya rastlarsa onun saldırmaması için nasıl davranması gerektiğini artık öğrenmiştir. Ormanın neresinde ayı olur, günün hangi saatinde ve yılın hangi mevsiminde ayının davranışı nasıldır,  yüzyıllardan süzüp gelen  tecrübelerle bilinç haline gelmiştir. Yani ayı, köylünün doğadaki yaşamının bir parçası daha doğrusu bir aktörü haline gelmiştir. Öyle ki ayı ile insan arasındaki konuşmalar dünyanın önde gelen fabl( hayvanların konuşturulması) eserlerine denk güzelliktedir.
Metin Kemal Kahraman kardeşlerin, sözlerini Kırmanci olarak yazdıkları Heso u Heso türküsü bu tarzın güzel örneklerdendir.
Türkünün girişi şöyle:
“Ma ve xêr, bira Heso!
Namê to k
î Heso,
Namê mi k
î Heso
Mirê k
î beso,
Torê k
î beso”
Yani; Hasan adında biri ormanda ayı ile karşılaşmış. Önce çok korkmuş ve ardından, merhaba ayı kardeş, senin adında da Heso, benim adım da Heso…Sana da yeter, bana da yeter…”diye başlamış söze…
Doğal bir gerçeği sade , net anlatmış: “İnsanı ve hayvanı doğada kendi haline bırakırsan doğa ikisine de yeter.”
                                               ***
Şimdi nereden çıktı bu HES’li, AYI’lı  hikaye diyeceksiniz…
Bir süredir, Anadolu köylüsünün başı yine HES’lerle (Hidro Elekrik Santrali) dertte. Çoğu,  çok uluslu şirketlerin taşeronu olan iktidar hormonuyla büyümüş konsorsiyumlar, nerede güzel akan bir dere,  nerede serin bir vadi, nerede çağlayan bir şelale varsa hemencecik konduruyorlar HES’i…
İş makinaları, dinamitler, hızarlar devreye girip doğayı alt üst ediyor. Dere gidiyor, vadi gidiyor, orman gidiyor, şelale gidiyor…Ev, tarla, tarihi eser, mezar, ziyaret ne varsa durgun ve renksiz suların altında yok ediliyor.
Fırtına Vadisi’nden, Munzur’a, Bergama’dan,  Hasankeyf’e kadar, Anadolu köylüsünün en büyük korkusu artık yeni  HES’ler…Doğadaki HES’lerin (ayı) huyunu suyunu bilen köylü, dışardan gelen bu yeni HES’lerle nasıl mücadele edeceğini henüz tam bilmiyor…

Ama pes etmiyor da…Örgütleniyor. Bilinçleniyor…Mahkemeye başvuruyor. Koruma Kurullarıyla, Yargıtay, Danıştay kararlarıyla  tanışıyor.
Kafalarındaki bin bir şeytanlık ,oyun ve yutturmaca ile  doğanını canına okumaya gelen bu HES’çiler, şimdi Anadolu köylüsünün inatçılığı, yüksek sezgi gücü ve sabrıyla karşı karşıyalar.
Bakalım Anadolulu HESO ile Çokuslu  HES’lerin  türküsü nasıl yazılacak…  ?