21 Şubat 2011 Pazartesi

Tankın üstüne çıkmış, namluyu halka çevirmiş, barış yazıları yazıyor gibi…

Yıldırım Türker, “Radikal 2 Aydınları”nın  prototipidir.


Kabul etmek gerekir ki güçlü bir kalemi var. ..Ezilenleri,vurulanları, köşede kalanları yazıyormuş gibi yapar.. “Muş gibi” yapar diyorum çünkü durduğu yer, yazdıklarını yalanlıyor.


Tankın üstüne çıkmış,  namluyu halka çevirmiş, barış yazıları yazıyor gibi…


Radikal  Gazetesi, Egebank’ın sponsor olduğu projelerden para kazanacak. Sonra reklamını yaptıkları Murat Demirel  bankadan milyarlarca doları hortumladığında dili tutulacak.


Amerika,  dünyanın gözünün içine baka baka  yalan söyleyecek, bu yalanlarla Irak’ı işgal edecek. 1 milyon sivili öldürecek. Bu soykırıma açık açık destek veren gazetesinin yazarlarına karşı sus- pus olacak. (Mesela Cengiz Çandar)


Elinde bulundurduğu devasa medya gücünü nasıl elde ettiği ve bu gücü nasıl kullandığını bildiğimiz patronu Aydın Doğan’a dair tek kelime tabii ki yazamayacak  ama kendi çabalarıyla bir internet sitesi kuran , orada yazıp çizen Soner Yalçın’a “faşist işadamı” diyecek.


Dedik ya güçlü bir kalemi var…Bu kaleminin gücüyle sosyalist, muhalif gazetecilerin tutuklu olmasını, Güneydoğu’da  küçücük kızların vurularak öldürülmesini  getirip Soner Yalçın’ın özgürlüğünün önüne atmış…Görüşü ne olursa olsun, bir gazeteciyi düzmece belgelerle içeri tıkamazsınız diyen bizleri küçücük çocukların cesetleriyle susturmaya kalkmış.


Bugün siyasi, ekonomik, askeri güç tümüyle AKP hükümetinin elindeyken, bu devasa güce karşı cesur yayınlar yapan Soner Yalçın’ı muhalif olarak kabul etmiyorsun öyle mi,  Yıldırım Türker… ?
Senin içinde bulunduğun bu basın sistemi , bu kartel medyası  sosyalist gazetecilerin tutuklanmasını, ceza almasını yazdı da Soner Yalçın mı engelledi…?


Radikal Gazetesi, Güneydoğu’da kurşunlara dizilen çocukları her gün manşetlerden duyurdu da Soner Yalçın mı engel oldu..?


Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunu araştıran, haber yapan, bir suçlama aracı olarak, bir seçim stratejisi olarak  kullanan yandaş medyanın yöneticilerinden Akif Beki işte seninle aynı gazetede yazıyor…Çak bir yumruk yan köşeye de görelim…?


Evet, bu medya ikiyüzlü, evet bu medya çifte standart uyguluyor, evet bu medya tam da senin yazdığın gibi…Peki,  bu medya neredeyse yüzde 99 bugünkü iktidara teslim olmuşken, ikiyüzlülüğünü Soner Yalçın’ın tutukluluğu üzerinden eleştirmek hangi vicdana sığıyor..?


Yazında bahsettiğin SDP Genel başkanı niçin içerde? Zaman, Yenişafak,Star  Gazeteleri,  O’nu Hanefi Avcı ile ilişkilendirip Devrimci Karargah Örgütü üyesi diye sunarken, ODA TV bu operasyonu deşifre ediyordu, ne çabuk unuttun…?


Mutki’de toplu mezarlardan ceset çıkarılmasını getirip Soner Yalçın’ın özgürlüğüne pranga yapıyorsun, değil mi? Peki o cesetlerin toplu halde gömüldüğü dönemin Bitlis Alay Komutanı olan General Kormaz Tağma  neden yandaş medyanın manşetlerine çıkmıyor.  Sakın Zaman Gazetesi’nde yazdığı  için olmasın..?


Ne demiştik.?  “Radikal 2 Aydınları”....: Irak’ı , Afganistan’ı işgal eden ve milyonlarca sivili öldüren bu emperyalist sisteme temelde itirazları yok. Sosyalist, muhalif  en küçük itirazı bile sert bir karşılıkla susturan Türkiye’nin bu kapitalist- sağcı, neo-liberal düzenine temelde itirazları yok…


Bu düzenin en büyük destekçileri olan Aydın Doğan’a, Koç’a Şahenk’e, Çalık’a itirazları yok…Onlardan aldıkları maaşları afiyetle yerler.


Ya..?

İşte bu düzenin mağdurlarına patronlarının izin verdiği ölçüde ve haftada bir çıkan bir ek yayında birazcık değinerek vicdan rahatlatma oyunu oynuyorlar.

Ellerinde silah, parmakları tetikte, öldürmenin kötülüğü üzerine  şiir okuyorlar…

15 Şubat 2011 Salı

Bir Gazetecilik Neferi: SON- ER

Ergenekon Operasyonu başladığı günden beri kendisini “Kemalist-Ulusalcı” olarak tanımlayan kesimlerde bir ağlaşma var. (Aydınlıkçılar hariç)


Biz bu hallere mi düşecektik, “ahhh… Cumhuriyetimiz, vahhh Paşalarımız  muhabbetinin ötesine geçecek herhangi bir tavır, düşünce davranış içine giremediler.


Hele ki Cumhuriyet Gazetesi…

Başyazarı İlhan Selçuk davanın sanığı olmuş bir gazete olarak Cumhuriyet,  bu süreçte karşı tarafı sarsacak tek bir haber yapamadı.

Çetin Doğan’ın Amerika’da yaşayan akademisyen kızı bile sınırlı olanaklarla yazdığı kitapla adeta Balyoz Davası’nı çökertirken elinde gazete, tv, internet olanağı bulunanların pısırıklığı akıl alır gibi değil.


İşte bu ortamda Soner Yalçın gazeteciliğini konuşturdu. ODA TV’de bilgi, belge, haber yayınladı.


• Ergenekon davasını yürüten polisler ile davaya bakan yargıçların görüşme fotoğraflarını Soner Yalçın yayınladı.

• Ümraniye’deki gecekonduda arama yapan polislerin askerlere küfrettiğini,  daha  ilk günden “Ergenekon” ismini telaffuz ettiğini Soner Yalçın yayınladı.

• Taraf Gazetesi yazarı aynı zamanda polis memuru Emrullah Uslu’nun ABD’deki ilişkileri, uçamaz raporu alıp devletin bursuyla gittiği ABD’den Taraf’a yazılar yazdığını Soner Yalçın yazdı.

Bu listeyi daha da uzatabiliriz.

Yani, Soner  Yalçın, yerinde oturup “ah..vah…”diye ağlaşacağına  gazetecilik yaptı. Cesur gazetecinin her koşul altında mesleğini icra edebileceğini gösterdi.


Son olarak, Ergenekon davasını yürüten polislerin ABD’den eğitim aldığını gösteren videoyu yayınladı. Bu görüntüleri elde edip yayınlamak bile bu ortamda başlı başına büyük iş…


Şimdi Soner Yalçın, çete, gladyo, darbe, faili meçhul suçların simgesi haline getirilen Ergenekon’da yargılanacak.


• Soner Yalçın, Jitem isminin kamuoyunda duyulmasını sağlayan ve Jitem’in cinayetlerini anlatan Ersever’in İtiraflarını yazarken Zaman Gazetesi Veli Küçük ile “kanka” idi…


• Soner Yalçın Susurluk Çetesinin ve Gladio’nun Türkiye’deki tetikçisi Abdullah Çatlı’nın tüm ilişkilerini deşifre ederken bugünkü yandaş medya o zamanlar fasa-fiso manşetleri atıyordu.

• Soner Yalçın’ın gazetecilik yaptığı 2000’e Doğru Dergisi  ilk kez Hizbullah’ı, Hizbul Kontra’nın cinayetlerini yazarken , Mümtazer Türköne,  Tansu Çiller’e “Vatan için kurşun atan da yiyin de şereflidir” cümlesini söyletiyordu. (2000’e Doğru Dergisi’nin Diyarbakır muhabiri Halit Güngen Huzbullah tarafından öldürülen ilk gazetecidir)

• Soner Yalçın’ın gazetecilik yaptığı Aydınlık Dergisi, devlet, mit, jitem, özel harp dairesi içindeki pislikleri deşifre eden “Mit Raporları”nı yayınlarken, bugün Soner’in kendi yazarı olduğunu bile yazamayan Hürriyet,  devletin derin gücüne methiyeler düzüyordu.


Güncel olan son bir örnek:  Tüm dünyayı sarsan Wikileaks belgelerini bırakın araştırmayı, önüne   gelen hazır haberleri bile yayınlamaktan aciz medyanın olduğu bir ortamda Soner Yalçın,  tüm bu belgelere ulaşıyor,  Türkçe’ye çeviriyor ve kitap olarak hazırlıyor. (şimdi savcının elinde…)


Soner Yalçın bu haberleri yaparken, bu kitapları yazarken,  O'nu korumaya alan yandaş medyası, başbakanı, Cumhurbaşkanı, yandaş yargısı yoktu.


İçinde gazetecilik vicdanı taşıyan her habercinin “gerçeği anlatma”  sevdasından vazgeçmeyen Soner Yalçın tüm bunlarla yetinmiyor, elini taşın altına koyup bir de tv kanalı kurmak için harekete geçiyor.

Yani; boyuyla, posuyla, aklıyla, vicdanıyla, düşünceleriyle, duygularıyla, bir bütün olarak gazetecilik yapıyor…

Tek bir araştırma, inceleme, haber yapamadıkları halde kendilerine gazeteci diyen bazı tipler de Soner Yalçın gözaltındayken televizyonlara çıkıp gazetecilik, hukuk, insan hakları dersi vermeye utanmıyorlar.


Gazi Katliamı’nı solcular, Sivas Katliamı’nı Aleviler, Maraş Katliamı’nı Hrant Dink yaptı diye yazanlar şimdi  Ersever cinayetini Soner Yalçın’ın üzerine yıkmaya hazırlanıyor.


Peki sonuçta ne olacak..?

Ne olacağını da Soner Yalçın ve O’nun gibi cesur gazetecilerin kaleminden bu toplum er ya da geç tüm çarpıcılığıyla öğrenecek…

6 Şubat 2011 Pazar

Tesadüfen Defne Ormanı’na Düştüm: Biutiful’du…

Pazar günü,  erkenden kalktım. İstanbul’un ancak Pazar sabahları tenhalaşan trafiğinde çabucak Taksim’e vardım.
Biraz sağa sola bakındıktan sonra yeni başladığım etkili konuşma ve anlatım  kursunda yerimi aldım.
Hoca ilk derste,  artikülasyonu anlatırken , pratik çalışmayı Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri ile yaptırdı.
Yıllar olalı okumadığımdan olsa gerek neredeyse unuttuğum bu şiir karşıma çıktığı için sevindim. Belki de sevdiğim bir şiiri tekrar keşfettiğim içindir ki ders oldukça zevkli geçti.
Önceden planladığım gibi kurstan sonra da sinemaya gidecektim.

Bileti aldım ama daha filmin başlamasına epey zaman vardı. En iyisi kurs notlarını ve kitapları taşıyabileceğim bir çanta alayım dedim.

Girdim, küçük bir dükkana…Tezgahtar genç ile pazarlık yaparken, “abi o fiyatın altına  düşemem ama istersen aynı markanın çakması var, daha ucuza alabilirsin” diyerek yeni seçenekler sürüyordu önüme.

Biraz da zaman geçsin diye,  tezgahtarla epey muhabbeti koyulaştırdıktan sonra ucuz olan çakma çantayı alarak çıktım.

                                                           ***

Sinemada,  “Paramparça Aşklar ve Köpekler” filmiyle gönüllerimizi fetheden

Alejandro Gonzalez Inarritunun Biutiful’u oynuyordu.
Javier Bardem v Maricel Alvarez,muhteşem oyunculuğuyla film hemencecik seyirciyi içine çekiyordu.
Yazının başlığında kullandığım “tesadüf”lerden ilkini filmin başlarında yaşadım. Barcelona’nın varoşlarındaki kaçak işçiler bir çanta imalathanesinde çalışıyorlardı. İnsanlık dışı koşullarda üretilen çantalardan biri  belki de az önce aldığım çakma çantaydı…Karanlıkta çantanın şekline bir kez daha bakmayı denedim ama filmin akışını  kaçırmaya başlayınca vazgeçtim.
                                                            ***
Film arasında fark ettiğim ikinci tesadüfle adeta sendeledim.
Tesadüfe bakın ki, bu film neredeyse birebir derste gördüğümüz Melih Cevdet’in şiirini anlatıyordu. Ya da şiir filmi…



köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için
felsefe yapıyorlardı, çünkü
ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
köle sahipleri veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.
Azgınlaşmış neo- liberal  düzenin sömürücü yüzünü yumruk gibi yüzümüze çarpan filmin ikinci yarısını seyrederken artık fonda bu şiir vardı.
Sadece şiir mi…?
Barcelona’dan, Mısır’a, Çin’den,  Türkiye’ye…Yeni dünya düzeninin en diptekilerinin hikayeleri filmle birlikte beyaz perdeye yansıyordu.
Inarritu, daha önceki gün Ankara OSTM’de kaçak işyerlerinde can veren 17 işçiyi anlatıyordu.
Inarritu , Mısır’da ABD destekli diktatörlüğün günde 2 dolara mahkum ettiği   40 milyon aç insanı anlatıyordu.
Inarritu , çalışma bakanının “güzel (biutıfıl) öldüler” dediği Zonguldak’taki 30 madenciyi anlatıyordu.
Inarritu, gösterişli kızların ve erkeklerin kı….ç..nı sallaya sallya giydiği jeanleri beyazlatırken genç yaşta ölüp giden kot kumlama işçilerini anlatıyordu.  
Inarritu, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde silahla vurularak öldürülen Kenya’lı Testus Okey’in katillerinin bir türlü bulunamamasını anlatıyordu.
Ve… Inarritu’nun tıkandığı yerde sözü Melih Cevdet Anday alıyordu:



köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapıyorlardı, çünkü
felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
felsefe veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.



Bize demokrasinin, sosyal devletin, insan haklarının mabedi olarak sunulan Bercelona’nın , Paris’in, Londra’nın banliyölerindeki faşizmi anlatıyordu film..
Ve soruyordu beyaz perdeden Inarritu: Daha başkentlerinin arka sokaklarındaki milyonlarca aç insanı kölelikten kurtaramayan liberal- kapitalist batı, Mısır’a , Yemen’e, Tunus’a nasıl demokrasi götürecek..?
                                                           ***
Yazının burasında bir düzeltme yapmak istiyorum: Başlıktan itibaren kullandığım “tesadüf” kelimesini yok sayıyorum. Çünkü, Inarritu nun Biutiful’u, günümüz dünyasının gerçekliğini o kadar sade ve çarpıcı anlatıyor ki, herhangi bir günde ve günün herhangi bir saatinde filmden bir sahnenin karşımıza çıkmaması imkansız.
Nitekim, işe geldiğimde çalıştığım binanın yan tarafında her türlü güvenceden ve sosyal haktan yoksun Moğolisltanlı çocuklar neredeyse kilolarının iki katı ağırlığındaki moloz çuvallarının altında iki büklüm çalışıyorlardı. Inarritu’nun tek bir filmini seyredemeden, Melih Cevdet’in tek bir şiirini okuyamadan bu dünyadan göçüp gidecek çocuklar, kimbilir, belki de günde iki dolara 12 saat çuval taşıyorlardı.



felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
felsefesi. ve sahipsiz felsefenin
ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
ekmeğin sahipsiz felsefesini
felsefenin sahipsiz ekmeği.
ve yıkıldı gitti likya
.

hala yeşil bir defne ormanı altında.