16 Şubat 2013 Cumartesi

TÜRKÜ DİLİ VE EDEBİYATI

Ruhi Su, siyasal nedenlerle tutukludur. Bir çok tutukluyla birlikte otobüsle Adana Cezaevine doğru yola çıkarılırlar. Aynı otobüste bulunan Ahmet Baba, şöyle anlatıyor: “Hepimizi bir otobüse doldurup birbirimize zincirle bağladılar. Geceleyin Niğde Ovası’ndan geçiyoruz. Çişimiz geldi. Otobüsü durdurtup dışarı çıktık.  Birbirimize zincirle bağlı olduğumuzdan  birimiz çişe oturduk mu hepimiz oturuyor, kalktık mı hepimiz kalkıyoruz. Anadolu bozkırları yaz gecelerinde dehşet güzel oluyor. Büyülü, saydam bir gece. Ayışığı altında Hasan Dağı yalap yalap ediyor. Uzakları, dağları, özgürlüğü gözlerimizle okşuyoruz. İşte tam bu anda Ruhi Su birden coşuyor. Sanırsınız Hasan Dağı binlerce, milyonlarca yıldır karnında sakladığı ateşini çıkarıyor.”
Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez, ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan Dağı, insan olmak


Evet, Ruhi Su’nun heybetli sesinden her dinledikçe ürperdiğimiz  Hasan Dağı türküsünün öyküsü böyle.

***
Peki Türkü nedir..? Türküyü nasıl tanımlayabiliriz..?
Cahit Öztelli’ye göre Türkü; halkın iç âlemini yaşatan, beşikten mezara kadar bütün yaşayışını içine alan en dikkate değer edebi üründür. Fuat Köprülü’ye göre kendine özgü bir beste ile söylenen halk şarkılarıdır, türküler. Pertev Naili Boratav ise şöyle tanımlamış Türküyü: “Halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen, çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun, biçiminde olsun değişikliklere uğrayabilen ve her zaman bir ezgiyle söylenen şiirlerdir.
Anadolu insanı aşktan ölüme, doğumdan, hastalığa, yemeklerden, coğrafyaya, savaşlara kadar her derdini, her duygusunu, her isyanını türkülere dökmüş.  



***
Bu yazıda, aynı zamanda bir edebiyat ürünü olan türkülerin , romanlarda , şiirlerde daha doğrusu yazarların şairlerin dünyasında nasıl yer aldığını, yazının sınırlarından taşan duyguların anlatımında türkünün nasıl devreye girdiğini, edebiyatın türkünün, türkünün ise edebiyatın diline nasıl tercüman olduğuna örnekler sunmaya çalışacağız. Yazıda sözü geçen edebiyat eserlerini daha önce okuduysanız bir kaz daha elinize alıp şöyle biraz karıştırırken müzik çalarınızda türküler olsun. Okumadıysanız, bugünden tezi yok yolunuzu önce bir kitabevine düşürüp bir kitap alabilir,  ardından bir türkü albümü aldıktan sonra iyi bir başlangıç yapabilirsiniz.

***
Halk müziğimizin halk edebiyatımızın bilinen ilk ozanı kimdir? Araştırmacılar bu soruya Dede Korkut, yanıtını verirler. Araştırmacı Sait KÜÇÜK, Dede Korkut'un Türk coğrafyasındaki bütün ozanların piri olduğunu söyler.
Dede Korkut hikayelerinden oluşan anonim derlemenin adı: Kitabı-ı Dede Korkut alâ Lisan-ı Tâife-i Oğuzhân'dır. Yani Oğuz Halklarının Diliyle Dede Korkut Kitabı...Kitapta yer alan 12 hikayede halk türküleri, maniler, başta olmak üzere eşsiz kültür değerleri yer alır. Dede Korkut'un halk müziğindeki önemli yerinin nedenlerinden biri de ilk kopuzu yani sazı yapan kişi olarak kabul edilmesi.

Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâme’si , tarihi değerinin yanı sıra  edebiyatımız için de benzersiz bir yere sahiptir. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinde halk edebiyatına, türkülere, koşmalara, manilere ve destanlara yer verir. Aşıklardan bahseder. Aşıklardan çöğür şairleri diye söz eder. Gedayi ve Köroğlu, Evliyâ Çelebi’nin üzerinde durduğu iki halk edebiyatı ustasıdır.

Romanları tümüyle Anadolu halk kültürüne dayanan Yaşar Kemal, aktif olarak da türkü derleyicisidir. Büyük ustanın derlediği türküler “Sarı Defterdekiler” adlı yapıtta bir araya getirildi ve yayınlandı. Kitapta  koşmalar, varsağılar, destanlar, türküler, ağıtlar, mani ve bilmeceler, türkülü halk hikayeleri yer alıyor...
Yaşar Kemal türküleri şöyle anlatıyor: “Türküler tıpkı kırk bin yıl su altında kalmış, yıkanmış, cilalanmış çakıl taşı gibidir.” Yaşar Kemal’in 'Yılanı Öldürseler' adlı yapıtının adı ise birebir bir türden alınma Aynı adlı Fethiye türküsünün sözleri şöyle:
Aktaşı kaldırsalar
Yılanı öldürseler
Küçükten yar seveni
Cennete gönderseler.'


Türk edebiyatının toplumcu gerçekçi öncülerinden olan Orhan Kemal’in özellikle işçileri, yoksulları, halk kesimlerini anlatırken kullandığı  coşkulu ve akıcı dil adeta bir türkü gibi yayılır gider. Orhan Kemal ölümsüz eseri Cemile’de bir balkan türküsünü şu şekilde büyük bir coşkuyla anlatır:
"Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar kilimindeki renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu, bu türküde aşk. Bu türkünün motifleri Hint’de, Çin’de, Kazablanka’da, New York’da, Po Vadisi’nde, Güney Amerika Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da vardı. Bu türkü insanlığın hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir türküydü.”


Tarih ile edebiyatı buluşturan romanlarının yanı sıra köy yaşamını ve köylü kültürünü usta bir şekilde anlatan Kemal Tahir, eserlerinde sık sık türkülerin anlatım gücüne başvurur. Kemal Tahir'in önemli romanlarından Sağırdere'de de yöreye ait bir türkü şöyle anlatılıyor. Romanın baş kahramanlarından Mustafa çalışmak için Ankara'ya gider. İnşaatta taş ustası Cemal Usta'nın çırağıdır. Bir çalışma anında gurbetçi Cemal Ustanın dudağından bir türkü dökülüyor. Çiçekdağı yöresine ait bu türkü şöyle:
Babınadır, deli gönül babına
Koç yiğitler sığmaz oldu kabına
Al çamın, boz meflenin dibine
Köfür köfür yatmamıza ne kaldı.


Necati Cumalı’nın bir şiirini, hikayesini ya da romanını okudunuz mu? Okumadıysanız şu andan itibaren okumaya karar verip  edebiyatımızın usta bir ismiyle daha tanışabilirsiniz. Cumalı’nın  şiirleri gibi hikaye ve romanları da son derece dokunaklı, aşk, ayrılık gurbet temalarını yoksul inşaların hikayeleriyle birlikte anlatır. 1921’deki mübadelede Batı Trakya’dan İzmir’e göç eden bir ailenin çocuğu olan Cumalı, Zeliş adlı romanında Cemal ile Zeliş’in aşkını öyle duru, öyle coşkulu öyle sürükleyici anlatır ki tıpkı ardarda söylenen içli türküler gibi akar gider kitap. Cemallerin çardağı ile Zeliş’lerin çardağı birbirine çok uzak değildir. Cemal, Zeliş’in dikkatini çekmek amacıyla kurumuş otları bir yere toplar ve ateşe verir. Cemal’in kardeşleri yanan ateşi keyifle seyrederler. Cemal, Zeliş’in duyacağını düşünerek türküler söyler.
Cumalı, türkülere olan tutkusuna sadece romanlarında yer vermekle kalmamış. Türkülere şiir de yazmış:

Ne söyler bu türküler
Ay karanlık gecelerde yüzen gemiler
Sevilip sevdikten sonra
İnsan böyle yalnız mı kalır
Bahtına hatırlamak mı düşer



Türk Edebiyatının büyük isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanları günümüzde de okuyucudan büyük ilgi görüyor. Tanpınar'ın  İstanbul, Ankara, Er¬zurum, Konya ve Bursa'yı anlattığı "Beş Şehir" adlı deneme kitabı ise kendi alanında bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Tanpınar bu eserinde beş şehrin mimarisini, tarihini, kültürünü, müziğini, hatta seslerini çarpıcı bir tarzda anlatıyor. Tanpınar, Konya'yı anlatırken  türkülere adeta  başrol verir.
Tanpınar için Konya demek Selçuklu târihi, Mevlânâ ve Orta Anadolu Türkleri demektir. Yazarın İç Anadolu türküleriyle karşılaşmasını anlattığı seferberlik dönemindeki hatıralarını da naklettiği  5 Şehir'de şöyle çok önemli bir cümleyi yazmaktadır: "Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.”



Sadece Türk edebiyatının klasikleşmiş ürünleri ve yazarlarında değil. Güncel edebiyatın bir çok eserinde de Türküler  yazının mimarisinin içinde önemli bir unsur olarak yer alırlar.
Edebiyat ve sinemamızın usta ismi Vedat Türkali’nin Tek kişilik ölüm adlı romanı Türkiye Komünist Partisi’nin tarihinden bir kesiti, idamı bekleyen bir genç ile o gencin yıllar önce boşanmış anne babasının etrafında bir dram eşliğinde anlatır.
İdama mahkum edilen oğlunu cezaevinde ziyarete giden babanın bekleme salonunda iç konuşmasındaki duygu yoğunluğu yine bilinen bir türkünü oluşturduğu ortak hafızayla birleştiriliyor:
“Ocağın yanındaki masadan kalkan kadınlara baktı. Gencecik onlar da.  Acılı, eski bir türkü gibi her şey !  ''Mızıka çalınır düğün mü sandın. Al yeşil bayrağı gelin mi sandın, Yemen’e gideni gelir mi sandın…gözleri yandı, yanacak..Çevirdi başını. İtelemeye çalıştığı son dizeler çakılmıştı içine. ''Dön gel ağam dön gel dayanamirem. Ağam öldüğüne inanamirem.'' Nedir çilesi bu ülke insanının? Şimdi de gencecik kadınlar cezaevi kapılarında. Al kızıl bayrağı gelin mi sandın?..  Cezaevine gireni çıkar mı sandın? Hiç mi bitemeyecek bu acı türküler ? “


Oya Baydar’ın yeni yayımlanan son kitabı “O Muhteşem Hayatınız” da Dersim İsyanı ve sonrasında yaşanan dramlar yer alıyor. Yerel ezgiler, türküler, deyişler, ağıtlar Baydar’ın romanının  en önemli unsurlarıdır adeta. Anlatıma derinlik, duygu yoğunluğu katan unsunlar…
***

Ve..Şiirin,  şairin  dünyasında türküler..
Halk şiiri geleneği zaten türküyle iç iç içedir. Her türkü bir bakıma bir halk şiiri örneğidir. Ancak geleneksel halk şiirinin ötesinde modern Türk şiirinde de türkü dilinin etkisini güçlü şekilde hissettiğimiz şairler var.

Bedri Rahmi Eyuboğlu...Dünyaca ünlü ressam ve şairimiz. Bedri  Rahmi, şiir, resim,  gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi gibi birçok formlarda eserler üretti. Tüm bu eserlerin ortak noktası ise türküler, halk kültürü ve halk edebiyatıydı. Çünkü Bedri Rahmi Eyüboğlu, geleneksel sanatları batı sanat teknikleriyle birleştirerek çok başarılı eserler üretti. Anadolu'dan evrensele giden yolu sağlam adımlarla yürüdü.
Türkülerden,  halk kültüründen damıttığı doğa ve insan sevgisini yaşama sevincine dönüştürdü. Bu sevinçle ürettikçe üretti. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun türküleri anlattığı "Türküler Dolusu" adlı şiiri bir halk müziği manifestosudur adeta.

Ah bu türküler, köy türküleri
Olgun bir karpuz gibi yarırılır içim
Kan damlar ucundan, murekkep değil
işte söz, işte ses, işte biçim:
'Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar'
iliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var


Orhan Veli’nin meşhur şiiri “İstanbul Türküsü’nde şöyle bir bölüm var:
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum:
“İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu hâlim.”


Bu şiirden de anlaşılacağı gibi Orhan Veli, türküleri çok seven bir şairimiz. Orhan Veli’nin en sevdiği türkü ise “Kazım’ın  Türküsü” başka bir adıyla “Mezar Arasında” adlı türküymüş. Orhan Veli’nin yakın arkadaşlarından Fikret Otyam şöyle anlatır:
Beyoğlu, ara sokakta “Mösyö Lambo”nun  dem yeri. Mösyö Lombo ispirto ocağını yaktı. Tenekeyi koydu, üzerine de mezemiz çirozları. Orhan Abi yine dalgın. Ressam şair Metin Eloğlu, Orhan Veli’yi işaret ediyor. Kırılır mı hiç. Bir yudum aldan alıp avazlıyorum:

Mezar Arasında Harman Olur Mu
Kama Yaresine Aman Derman Olur Mu
Kamayı Vuranda İman Olur Mu
Aslanım Kâzımım Aman Yerde Yatıyor
Kaytan Bıyıkları Aman Kana Batıyor
***


Bu yazımızı edebiyat ile türkü dünyasının iç içeliğini anlatan, yıllardır bu iki dünyada anlatılan neredeyse efsaneleşmiş, bir anı ile bitirelim. Dertli, duygulu türkülerin ardından biraz gülümseyelim. Aşık Veysel ve Yaşar  Kemal’in hoşgörüsüne sığınarak.
Türkülerimizin büyük ismi dünya çapında ozanımız Aşık Veysel'in edebiyat dünyasından çokça dostları vardı. Ahmet Kutsi Tecer'in Veysel ile yakın dostluğunun ötesinde Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz gibi isimlerinde  Aşık Veysel ile oturmuşluğu kalkmışlığı vardır...Aşık Veysel ile Yaşar Kemal'in dostluğu üzerine   anlatılan gülümseten bir anı vardır. Bu anı iki değişik şekilde anlatılır türkü ve edebiyat dünyasında
Aşık Veysel'in iki gözü Yaşar Kemal'in bir gözü kördür. Rıfat Ilgaz, Sirkeci'deki bir lokantada arkadaşları ile yemektedir. Bir ara dışarı baktığında, Yaşar Kemal'in  Aşık Veysel'in kolunda, tramvay durağına doğru koştuklarını görür. Arkadaşlarına dönerek, "Şu Allah'ın işine bak. İki kişiyi tek gözle koşturuyor." der.
Bu anının bir başka versiyonu da şöyle anlatılır. : “Aşık Veysel ile Yaşar Kemal kol kola İstiklal Caddesi’nde yürüyorlarmış. Malum Aşık Veysel’in iki gözü, Yaşar Kemal’in ise bir gözü görmüyor. Sait Faik bunları görmüş ve koşarak Çiçek Pasajı’na gitmiş; ‘Arkadaşlar az önce iki kişi gördüm tek gözle yürüyorlar’ demiş.”




Bu yazı Yurt Gazetesi'nin 16 Şubat 2013 Cumartesi günü Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.






9 Şubat 2013 Cumartesi

YAFTALAMA TERÖRÜ VE CHP’NİN SAĞI SOLU


Hüseyin Aygün ve Birgül Ayman Güler’in açıklamalarıyla bir kez daha alevlenen CHP’deki tartışma  başlamadan önce,  Merdan Yanardağ’ın “Kadro Hareketi” adlı kitabını yeni bitirmiştim.

“Dünya’da ve Türkiye’de Ulusçu Sol ve Üçüncü Yol Arayışlarının İdeolojik Kaynakları”alt başlığıyla yayınlanan kitap, bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışma. CHP’deki tartışmayla birlikte adeta havada uçuşan “ulusalcılık” “milliyetçilik” “millet” “milliyet” “tek parti” gibi kavramları, Yanardağ’ın titiz çalışmasının sunduğu bilgiler eşliğinde anlamlandırmak hakikaten ufuk açıcı oldu.

“Kadro Hareketi”ni bitirir bitirmez elime Metin Çınar’ın “Anadoluculuk ve Tek Parti CHP’de Sağ Kanat” adlı kitabı geçti. Çınar’ın kitabı da tek parti CHP’nin bambaşka bir yönüne vurgu yapıyordu. Ve ortaya şu çıkıyordu: “Tek Parti CHP” son yıllarda bize sunulduğu gibi tek düşüncenin hakim olduğu donmuş bir ideolojiye sahip değil. 1920’lerden başlayarak çok partili sisteme geçilen 1946’lara kadar CHP,  bir çok evreden geçmiş, değişik fikirler parti içinde yer almış ve partinin liderleri Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü iç ve dış dengeleri gözeterek partinin hem düşünce yapısını hem de kadrolarını bir denge içinde tutmuşlardır.  

Ancak günümüzdeki tartışmalara baktığımızda öncelikle CHP içindeki ulusalcılarla -liberallerin “tek parti” dönemini tarihsel ve siyasal gerçeklerden uzak ele aldıklarını görüyoruz. Ulusalcılar, CHP’nin kurulduğu günden bu yana adeta tek bir düşünceye sahip, tamamen homojen yapıda bir partiymiş gibi algı yaratırken , ulusalcılara karşı olan partinin “liberal veya özgürlükçü sol” diye nitelenen kanadı ise   CHP’nin genlerindeki bağımsızlıkçı, ulusalcı,  anti emperyalist özellikleri çok hafife  alıyor gibiler.

Partinin içi böyle olunca dışında mevzilenen ve partiyi “ligh akp”ye dönüştürmek isteyen “muhafazakar - liberal birlikteliği” hemen harekete geçiyor. Kavramları kriminale ederek demokratik tartışma ortamını zehirliyorlar. Ulusalcılık, Cumhuriyetçilik “suç”   kapsamında ele alınıyor, statüko “tek parti faşizmi” gibi söylemlerle ortam boğuluyor. Halbuki yüz yılı aşkın bir süredir bu topraklarda bu tartışmalar yapılıyor. Bu kavramlar da daha yeni ortaya atılan,  liberallerin de ulusalcıların da  istediği gibi içini dolduracağı kavramlar değildir.

İşte bu yazıda güncel durumunu aktardığımız bu tartışmayı Metin Çınar’ın yeni yayınlanan “Anadoluculuk ve Tek Parti CHP’de Sağ Kanat”adlı kitabı çerçevesinde tarihsel kökleriyle ele alacağız. Çınar kitabında bir yandan Osmanlının son döneminden başlayarak tartışılan Türkçülük, milliyetçilik, millet, vatan, ulus gibi kavramları öte yandan da tek parti CHP’de Anadolucular  olarak adlandırılan kanadı ve düşünce yapısını akademik değerde bir araştırma ve incelemeyle sunuyor bize…

***

Bu topraklar 20’nci yüzyıla çok önemli tartışmalarla başladı. Yusuf Akçora’nın formüle ettiği “Üç Tarz-ı Siyaset” (Osmanlıcılık,  Pan İslamizm, Türkçülük)  liberalinden, Türkçüsüne, İttihatçısından Kemalistine , Anadolucusundan, Sosyalistine ülkenin aydın, yazar, siyasetçi ve gazetecileri tarafından uzun yıllar kıyasıya tartışıldı.

1900’lerden itibaren yükselen siyasi hareketler ve düşünceler içinde kısmen arka planda kalmış “Anadoluculuğu” ele alan Metin Çınar  kitabın başında bu düşüncenin kaynakları ve tarihsel arka planını özetliyor. Anadolucu fikirlerin  Turancılık, Türkçülük, İslamcılık fikirleriyle kesiştiği ve ayrıldığı yanları aktaran yazar, Anadoluculuğu asıl olarak  Anadolu, Dikmen, Dönüm, Millet, Hareket, Çığır, Bizim Türkiye dergilerini inceleyerek sunuyor bize.

 Bu dergilerle birlikte Anadolucu düşüncenin öncülerinden   Mükrimin Halil Yinanç, Remzi Oğuz Arık ve Nurettin Topçu’nun fikirlerini tartışıyor. Kitap boyunca Anadolucu düşüncenin zaman içindeki seyrini kolaylıkla izleyip özellikle Cumhuriyet devrimlerine , Kemalist iktidara bakış açısını izleyebiliyoruz. Ve nihayet 1940’lı yılların CHP’sinde Memduh Şevket Esendal’ın parti genel sekreteri olması ve Esendal’ın çabalarıyla Anadolucu düşüncenin CHP içinde güçlü bir kanat haline gelmesini takip ediyoruz.

***

Metin Çınar’ın çalışmasında zevkli bir tartışmayı izlediğimizi belirtebiliriz. Çoğu ünlü edebiyatçı, siyasetçi, gazeteci, düşünce adamı  bir şekliyle bu tartışmanı  içinde. Anadolucu düşüncenin öncüleri olarak kabul edilen  Mükrimin Halil Yinanç, Remzi Oğuz Arık ve Nurettin Topçu’nun yanısıra  Ziya Gökalp, Yakup Kadri, Halide Edip, Ahmet Kutsi Tecer, Yahya Kemal, Memduh Şevket Esendal,  Mehmet Kaplan bu hararetli tartışmanın içinde yer alıyorlar. Öte yandan Anadolucu fikir adamlarının etkilendiği Avrupalı düşünürler Henri Bergson, Emile Boutroux, Maurice Blondel, Wiilliam James’in fikirleri de yeri geldikçe karşımıza çıkmakta. Özellikle Bergson’un süreç felsefesi’nin etkisindeki “Anadoluculuk”un   Devrimci Kemalist anlayışa karşı idealist -  muhafazakar evrimci bir bağımsızlıkçı yol olarak ortaya çıktığını anlatıyor yazar.

Anadolucuların, Anadolu coğrafyasına romantik bakışı da kitap boyunca sık sık şiir tadında cümlelerle kendini gösteriyor.

“Beyaz Kafkas tepelerinden yeşil Toros dağlarına kadar uzanan o viraneler, o bataklıklar, o tezek yığınları altında asil bir hummanın ateşi yanmaktadır.” 

Anadoluculuk, Memleketçilik akımının asıl olarak 1917’de Türk Ocağı içindeki bir tartışmadan çıktığını aktaran Metin Çınar, bu düşüncenin yeşerdiği siyasal ve toplumsal koşulları da somut örneklerle inceliyor. Anadolucular, Türklük, Türkçülük, Turancılık, Türkiyelilik kavramlarından daha çok “Anadoluculuk” ve “Memleketçilik” söylemini öne çıkardılar. Ancak, içerik yine de ulus devlet yaratmanın, uluslaşmanın kaçınılmaz sonucuyla birleşiyordu.

“Türk namı bir milletin adı değildir. Bu nam, bir ırkın adıdır ki bundan müteaddid milletler çıkmıştır. Anadolulular, Azerbaycanlılar, Şimalliler, Türkistanlılar(…)Bir milletten olabilmeleri için hars ve vatanlarının  bir olmaları icap eder(…) Biz Anadoluluyuz, vatanımız Anadolu, milletimiz Anadolu milletidir.”

Atatürk’ün sağlığında Kemalist devlete ve ideolojiye açık muhalefet yapamayan Anadolucular, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ve ikinci dünya savaşı ortamında CHP içinde siyaset yapma olanağını elde ettiler. Bu durumu kitapta görüşlerine yer verilen Engin Tonguç şöyle anlatmakta: “İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Almanya yanlısı tavırlarıyla kamuoyunda daha görünür hale gelen ırkçı-turancı akımın önünü kesmek için rejim, bu gruplarla bağlantı içinde olan fakat pragmatist ve ılımlı tavırlarıyla farklılaşan Anadolucuları ödüllendirme taktiğini   izlemişti.”

 “Anadoluculuk ve Tek Parti CHP’de Sağ Kanat” çalışmasında Metin Çınar,  CHP’nin 1940’lardan itibaren giderek devrimci yayınını kaybetmesi, sağcılaşmasını da daha çok Köy Enstitüleri örneği üzerinden işliyor. Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç’un sol hatta sosyalist bir köy kalkınma modeli olarak başarıyla uyguladıkları Köy Enstitüleri CHP’nin sağ-muhafazakar kanadını oluşturan Anadolucuları rahatsız ediyor.

 Anadolucu kanat içinde yer alan Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla Köy Enstitüleri ile birlikte bir çok ilerici uygulamadan vazgeçiliyor. CHP’nin bu tercihi daha sonraki yıllarda İsmet Paşa’nın sözlerinden kitabın sayfalarına şöyle yansıyor:

“Köy Enstitülerinin kapanmasından duyduğum acıyı tarif edemem. Herkes zanneder ki Hasan Ali Yücel’i,  Toınguç’u isteyerek değiştirdim. Köy Enstitülerinin kapanmasına neden oldum diye benim hakkımda kamuoyunda yanlış bir hüküm vardır. Aslında, o zaman bir sürü olaylar oldu.  Kurultaylarda enstitüler aleyhinde bir cereyan başladı. Ben bunların doğru olmadığını yerine giderek saptadım. Ama bu o o kadar yoğunlaştı ki grubu etkiledi. Grubun büyük çoğunluğu köy enstitüleri aleyhine  döndü.”

Kitap Anadolucu düşüncenin ve düşünürlerin 1950’lerden sonraki seyri  hakkında pek bilgi vermiyor. Nurettin Topçu’nun daha sonra Adalet Partisinin kuruluşuna katıldığını, bir çok Anadolucu düşünürün de sonradan MHP’ye dönüşecek olan milliyetçi partilerde yer aldığını öğreniyoruz. Yazar, kısa bir değerlendirmeyle Anadolucu düşüncenin  zaman içiresinde geldiği noktayı şöyle özetliyor:

“Sonuçta farklı açılımlarıyla Türk milliyetçiliğinde özgün bir yer edinen Anadoluculuk 1950’li yılların başında Türk- Milliyetçi-Muhafazakarlığında birleştirici bir görev üstlenmiş. Hareketin kanaat önderleri milliyetçi örgütlenmelerde başı çekmişlerdir. Bu dönemde İslamcı eğilimlerin öne çıkması, anti komünist histeri, sanayileşme ve teknolojiye verilen önemin artması gibi etkenler, Anadoluculuğun milliyetçi muhafazakarlığın  egemen düşünüşü haline gelen Türk- İslam sentezi içinde sönümlenmesine yol açacaktır.”

***

Evet…Millet, Milliyet, Türk Milleti,  Milliyetçilik, Ulusalcılık tartışmaları günümüzde canlılığını korumakta, hatta her geçen gün bu canlılık artmaktadır. AKP’nin gündemindeki yeni Anayasa çalışmalarının en hararetli kısmının da Anayasa’dan “Türk Milleti” kavramının çıkarılıp çıkarılmayacağı olacağı şimdiden belli. Esasen CHP içindeki tartışmanın da bundan kaynaklandığını tartışmanın baş aktörü Birgül Ayman Güler tarağından dile getirildi.

Peki bu süreci ve tartışmayı nasıl yürüteceğiz..?

Azımsanmayacak bir entelektüel birikime sahip olan bir ülkenin aydınları, yazarları, gazetecileri siyasetçileri olarak mı, yoksa cemaatçilerin, sübvansiyonlu  vakıfların elemanı durumuna düşmüş birkaç liberal-muhafazakar, eski solcunun ortama yaydığı yaftalama terörü altında kalarak mı?

Metin Çınar’ın kitabını okurken bir kez daha görüyoruz ki 21’nci yüzyılda bulunduğumuz bu günlerde tekrar tartışılan millet, milliyetçilik, Türk, Türkiyelilik gibi kavramlar bundan yüzyıl önce çok daha demokratik bir ortamda çok daha içerikli şekilde enine boyuna ele alınmış. En azından kavramlar, terimler bu kadar kirletilmemiş, muhafazakar liberal hegemonyanın ayakları altında bu kadar ezilmemişti. 

Sonuç olarak; sosyolojik, bilimsel bir göz ve dürüst yaklaşımla ele alındığında karşımıza durağan olmayan, değişen ilerleyen bir siyaset tarihi çıkıyor. Başbakan Erdoğan’ın gazete kupürlerini grup toplantısında sallayarak yaptığı gibi siyasetçiler güncel ihtiyaçlarına uygun davranabilirler.  Türkiye’nin sağ siyasetinin yeni bir tarih yazma hevesi  her zaman olmuştur. Ancak yazarlar, aydınlar, akademisyenler bilimsel namusu kıskançlıkla korudukları sürece en azından  bilimsel çalışmalar gelecek kuşaklara objektif bir hafıza bırakabilir. Metin Çınar’ın  Anadoluculuk ve Tek Parti CHP'de Sağ Kanat” çalışması bu objektif çabaya verilmiş bir emektir.

 
KİTAPTAN –ANIMSAMALAR

 “Ayrıca Anadolucular, Cumhuriyet’in siyasi meşruiyet zeminini laikleştiren siyasetini en azından 1940’lı yılların ortalarına kadar savunmuşlardır. Hatta 1930’larda yarı internasyonel İslam Mevkuresinin ve Arap Piresterkarlığının milli benliğin oluşumunu engellediğini öne sürmüşlerdir. Dahası İslamın millileştirilmesi/ yerlileştirilmesi doğrultusunda bir “Anadolu Müslümanlığı “ oluşturmanın imkanlarını araştırmışlardır. “(Baykal’ın Anadolu Müslümanlığı çıkışını anımsattı)

 
“Yeni Türkiye’nin tutarsızlıklarını, yarımlıklarını, endişelerini komplekslerini yansıtır Esendal. Çoğu mühtedi keskinliğiyle  davranan zihinlerindeki ve hayatlarındaki ikiliklerin üzerini örten Kemalist elitin genel tutumundan farklı olarak tutarsızlıklarıyla rahatlığı, O’nun pragmatizmine sadece başka bir kuvvet değil başka bir tad da katar. Sanayi karşıtı, toprak uygarlığınadayalı görüş ve idealleri Esendal’a Gandi lakabı takılmasının sebebidir.

(CHP’deki ikinci Gandi lakabını , Gandi Kemal’i anımsattı.) 

 
Anadoluculuk ve Tek Parti CHP’de Sağ Kanat
Yazar: Metin Çınar
Yayınevi: İletişim
Tür: Araştırma-İnceleme




Bu Yazı Yurt Gazetesi'nin 09 Şubat 2013 tarihli Kültür-Kitap Eki'nde yayınlanmıştır.  

2 Şubat 2013 Cumartesi

VELİLİKLE DELİLİK ARASINDA BİR HİÇ: NEYZEN TEVFİK


Felsefemdir kitab-ı imânım,
Taparım kendi rûhumun sesine.
Secde eyler hâkikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.


Akıl Hastanesi’nde bir Deli, Meyhane’de bir Veli, mezhepte Bektaşi, Dergahta Mevlevi, Abdülhamit’e karşı bir küfürbaz, Atatürk’ün sofrasında bir Diyojen.  Sokaklarda kimsesiz bir çocuk, han odasında bir derbeder. Crotona’da  Pisagor, Kahire’de Kaygusuz Abdal. Pir yolunda talip zor yolunda anarşist


Bu yazıda Neyzen Tevfik’i anlatmaya çalışacağız ama bilelim ki bunu başaramayacağız. Anlatılamayan adamı anlatamadığımız için kendimizi başarılı sayacağız.


Özdemir Asaf’ın deyimiyle

“Bütün metrelerin ve santimlerin,  bütün kiloların ve gramların,  bütün rakıların  ürktüğü adam”


Sadrazam Talat Paşa, bir gün Neyzen Tevfik'e devlet dairelerinin birinde katiplik önerir. Neyzen Tevfik: “Katip olacağım da ne olacak?” diye sorar. Teşekkür beklerken böyle bir soru ile karşılaşınca şaşıran Talat Paşa, memurluk katlarını alttan üste sıralar: “Önce şu, sonra bu...”
Neyzen'in hala hoşnut olmadığını sezince de, şöyle sürdürür: “Daha sonra vekil, nazır, kim bilir belki de sadrazam...” Neyzen'in yanıtı yine bir soru olur: “Ya sonra ?”
Talat Paşa, bir an duraksar, "sonrası" padişahlıktır çünkü. İster istemez: “Hiç !” der. Bu yanıt karşısında güler ve şöyle der Neyzen Tevfik: “Ben bugün de "hiç"im! Sonu "hiç" olduktan sonra, onca zahmete katlanmaya ne gerek var ?”



19’ncu yüzyılın sonu ile 20’nci yüzyılın ilk yarısına denk gelen 74 yıllık bir yaşamı bir kent dervişi olarak yaşayan bu derbeder kimdi? Nereden gelip nereye gidiyordu..? Hangi duraklarda durmuş, kimlerle yürümüştü.? 

Asıl adı Tevfik Kolaylı olan Neyzen Tevfik 1879’da Bodrum’da dünyaya geldi. 13 yaşında babasının görevi nedeniyle İzmir’in Urla ilçesine taşındı.19 yaşında İstanbul’a geldi. 23 yaşında Mısır’a gitti. 29 yaşında tekrar İzmir’e döndü. Ardından da yine yolu İstanbul’a düştü. Yaşamını yitirdiği 28 Ocak 1953 yılına kadar hayatı çoğunlukla İstanbul’da geçti.


Hiç, Hiççilik felsefesi, Melametilik, Kalenderilik  geleneği Neyzen Tevfik’in yaşamına, eserlerine  damgasını vuran en belirgin özelliktir. Üzerinde “Hiç” yazan kolyeyi sürekli boynunda taşırken Ney’i dudağından, Mey’i elinden düşürmedi.


Neyzen Tevfik şimşek gibi çakan hiciv eserleri, duman gibi içimize çöken Ney’i ile yaşamını Alevi, Bektaşi, Mevlevi tasavvufundan damıttığı birikimlerle adeta nakış nakış işlemişti. Kendini yeniden doğurup var etmişti. Melamet hırkasını giyip Hiç’e varmıştı. Bir Hiç olarak çok şey yapmıştı.


Hiç’leşmeye doğru yürürken uğradığı duraklarda Ney ve  Mey vardı.

Neyzen’in NEY’İ: Neyzen Tevfik daha çocukken Bodrum'daki bir kahvede gezici dervişlerle karşılaşmıştı. Onların üflediği Ney daha o yaşta Neyzen’in içine işlemişti. “Bektaşilikte evren seslerin toplamından oluşur. Ney sesi mistik ve tasavvufi çoğaltmaya yatkındır. Yaşama akan bir sestir, Ney’deki…”


“Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun. feryadına karşılık hey hey oldun
Su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun. Her katreni bana umman edersin.”


Neyzen’in MEY’İ: Neyzen Tevfik’in yaşamında Mey yani içki hem gerçek anlamıyla hem de tasavvuftaki mecazi anlamıyla vardır. Yani, aşk ve şevk halinde olma. Mey’in tasavvuftaki anlamlarından biri bilgidir. “Öyle bir bilgi ki insanı vecd durumuna getirir. Sıvı akıldır Mey. Meyhanede tanrı ile bir aşk ilişkisi yaşarsın. Beden dem olduğunda (MEY) ruhlar uyanır, ses olur..(NEY) “


 
Neyzen’in HIRKASI:Neyzen Tevfik felsefi olarak Melametilik geleneğine bağlıdır. Yani melanet hırkası giymiştir. "Melametilikte örgütlülük, toplu eylem ve söylem yoktur. Bireysel  başkaldırı esas alınır. Heirhangi bir toplum, devlet, örgütlülük , otoritenin önerdiği giysinin giyilmemesini, bunun yerine Melamet Hırkası’nın giyilmesini salık verir. “Kınayanların kınamasından korkmayacaksın. İçinden gelen şeyi herhangi bir sansüre tabi tutmadan söyleyeceksin. “


Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini   taşa çaldım kime ne


Neyzen’in BEKTAŞİLİĞİ:  Neyzen Tevfik kent Bektaşilğine bağlıdır. İzmir’de, İstanbul’da Bektaşi tekkelerinde kalmıştır. Bektaşiliğin beş önemli üniversitelerinden biri Kahire’de Mukaddime Tepesi’ndeki Kaygusuz Abdal Dergahı’dır. Neyzen de Mısır yıllarında Bektaşiliği iyice içselleştirmiştir. Bektaşilikteki metafizik tanrıya eleştiri ve ödünsüz tartışma geleneği  Neyzen Tevfik’i Hiçliğe yöneltirken aynı zamanda hiciv sanatındaki ustalığına da etki yapmıştır. Bektaşilikte bağlamanın önemi, söz ile sesin  birbirinin öğretmeni kabul edilmesi de Neyzen Tevfik’in “Ney” yüklediği anlamı pekiştirmiştir.


Meşrebim Mollayi Rumi, mezhebim Bektaşi’dir.
Ta ezelden yandı dilde bu çerağ-ı manevi


Neyzen’in DELİLİĞİ: 1940'lardan itibaren ölene kadar sık sık Bakırköy Akıl Hastanesi'nde  kaldı. Hastane’nin 21 no'lu koğuşu Neyzen’e ayrılmıştı. Bu koğuşu bir çalışma odası gibi kullanarak üretmeye devam etti. Tasavvufta delilik özel bir meziyettir. Gerçek, hakikat, marifet ancak delilik halinde yakalanabilen bir olgudur. Sen yeni bir bilgi edindiğinde bilgi içerek heyecanlanıyorsan kan hareketin hızlanır. Isıtıcı aracın olan kalbin çalışır, ısı yükselir, gönül suyu buharlaşır. Su iken kontrol edebilirsin ancak buhar durumunda kontrol edemezsin kendi üzerindeki denetimi yitirirsin. Bu delilik halidir.


Neyzen’in HİCVİ: “Hiç”liğe bağlı olan Neyzen her türlü sisteme,. Örgütlülüğe, devlete, otoriteye karşı durmuştur. Ancak, otoriter yobazlığa karşı olduğu için Atatürk’e ve laik Cumhuriyete destek vermiştir.  İçinden geldiği gibi etkili hiciv şiirleri yazmıştır. Bu nedenle hakkında tutuklama kararları çıkmış, hapishanede yatmış hatta bir ara gıyabında idama mahkum edilmiştir. Nef'i ile birlikte hiciv edebiyatının en önemli ismi olan Şair Eşref Neyzen’in hocası sayılır. Mısır’da Şair Eşref ile birlikte kalmıştır. “Hiciv, bozuk düzende doğruyu ihbar etme sanatıdır.


 

Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler;
Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler...
Künyeni almak için, partiye ettim telefon,
"Bizdeki kayda göre, şimdi o meb'us!" dediler...


Neyzen’in ESERLERİ: Neyzen Tevfik’in iki yayınlanmış kitabı vardır. Bunlardan biri Azab-ı Mukaddes, Diğeri ise Hiç’tir.İnsana benzemeyen tanrıyı inkar edeceksin. Ortaya çıkan boşluğu insanla dolduracaksın. Tanrıyı içine alacaksın. İçindeki tanrı artık senin vicdanındır. Senin canındır., senin gibi acı çeker. Acıların toplamıdır. Aşk yolunda yani tanrı yolunda yürürken çekeceğin acı seni terbiye eden temel öğretmendir. Hiç, görünmeyen yanımızdır. Batıni ve iç yanımızdır. Gönül ve vicdan yanımızdır. Hiç yanımızdır. Bir vicdandır. Kendini kendi gönlünden yenden doğurtman gerekiyor.bunun için de önce yok olman gerekir. “


Neyzen'in ÖLÜMÜ: Neyzen Tevfik 28 Ocak 1953'te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Tasavvuftaki söylemiyle hakka yürüdü. Cenaze töreni O’na yakışır şekilde yapıldı. Profesöründen, işçiye, memurundan sokak çocuklarına, üst düzey bürokratından ev kadınına her kesimden İstanbullular cenaze namazında saf tutmuştu. Kartal Mezarlığı’ndaki kabrinin mezar taşında şöyle yazıyor:


Sen Surete bakmakla hüküm verme sakın, gel sireti gör
Hakkı temaşa ediyor, hep Neyzen’i sarhoş görüyorsan ne çıkar
Meyhanede bak kabeyi inşa ediyor


Tasavvuftaki Kabe, Arabistan’daki Kabe değildir. Gönül’dür Kabe…İnsan kıbledir, gönül Kabe’dir.”


Neyzen bize bir dünya bıraktı. Sokaklarında eyvallah etmeden dolaşabileceğimiz, meyhanelerinde tanrıyla kelam edeceğimiz, şanın şöhretin, sınıfların, üstünlüklerin, varlıklı olmayla yoksulluğun olmadığı estetik bir dünya… Neyin  sesiyle uyanmış, meyin sıvısıyla yıkanmış bir cennet…


Görünmeyen yanımızın ermişi ve bir  Kent Dervişi. Şair, besteci, tiyatrocu, oyuncu. Her şey ve Hiç: Neyzen Tevfik



NOT: Yazının “renkli "  kısımları Yazar Esat Korkmaz ile Neyzen üzerine yaptığım söyleşiden alınmıştır.