9 Ocak 2013 Çarşamba

Haneke Bize Kötü Davranıyor


“Bir odadayız Milena. birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.” -Franz Kafka, Milena'ya Mektuplar-

 

Aşk,( Amour) için Haneke’nin en şefkatli filmi deniyor. Ancak önce şefkat gösterip şöyle yanağı  hafiften okşayıp tokatı patlatınca etkisi daha sert oluyor.

Yani, Haneke yine bize kötü davranıyor

İsminden de anlaşılacağı üzere Aşk’ı anlatıyor Haneke. Aşk ile birlikte bir çok şeyi…Hayatı, ölümü, ahlakı v.s.

Bildiğimiz, alıştığımız aşk araçlarını kullanmadan aşkı anlatmak da ancak Haneke’nin üstesinden gelebileceği bir zorluk. Genç güzel kadın, yakışıklı erkek, romantik bir hikaye, göz yaşı, v.s yok. Cinsellik yok, bir kent, bir manzara, müzik  bile yok.

Sahipleriyle birlikte yaşlanmış bir Paris evinde emekli müzik öğretmeni karı koca, onların orta yaşın üzerindeki kızı, piyanist öğrenci, güvercin, piyano, pencere, yemek masası ve lavabo… Başrolü paylaşıyorlar.

Giderek yaşlanan, üretimden kopan, ulaştığı refahı ve güvenli hayatı sürdürmesi zorlaşan Avrupa orta sınıfının dramatik düşüşünü ağır çekim bir itinayla sunuyor bize Haneke…  

Filmin bir iki sahne dışında tamamen “ev”de geçmesi de Haneke’nin “mülkiyetin güvenliği”ne sığınan Avrupa burjuva kültürüne attığı bir şamar. Üstelik, içinde her türlü yabancılaşmayı barındıran ev alma, borsa, para v.s konuşmalarının yapıldığı mekan da bu ev.

Haneke, mekan,içerik ilişkisinden yola çıkarak  yabancılaşma, yozlaşma kültürünü gözümüze sokmadan ancak etkili biçimde anlatıyor. 

Felçli yaşlı kadının kızının, annesinin durumuyla ilgili “Bu çağda bu durumda elimizden bir şey gelmemesini anlamıyorum” cümlesi “Modernist Avrupa” nın insani yönüne bir inme gibi iniyor adeta.

İşte bu minval üzre giden filmde Haneke yaşam, ölüm aşk ile ilgili çarpıcı sorular sorup yanıtını vermeden çekip gidiyor. Bizi ağır bir yükün altına sokuyor.


“Benim filmlerim sorular soruyor ben eğer aynı zamanda cevaplar da verirsem bu filmim için zarar verici olur” (Haneke)

 
Yaşlılığı ve ölümü baz olarak kullanıp aşkı test ediyor. Bizi daha film devam ederken bile iç konuşmalara sevk ediyor: “Ölüm aslında hayatımızın tam ortasında. Yaşarken bile en büyük gerçek, ölüm. Aşkın,  bu  katı gerçeğin karşısında bir anlamı var mı..? Dayanma gücü var mı? Öyle ki aşkın en zarif ve ince noktasında bile gelip oturur içimize.. Ölümün kıyısında ise usulca okşanan eller, dudağın kenarından akan suyu bile büyük bir özenle silmeler derken aşk mı filizleniyor ne?

Acı da olsa ifade etmek, anlaşılmak zor da olsa işte yaşamaya duyulan özlem bitmiyor.

 

Anne: "Hayat çok güzel..."

Georges: "Ne?"

Anne: "Çok güzel..."

Georges: "Anlamadım."

Anne: "Hayat, upuzun..."

 

İnsanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle yaşamın kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden başka bir şey olamaz; iki kere iki dört ise yaşam değildir, beyler ancak ölümün başlangıcıdır…” Dostoyevski / Yeraltından Notlar

 

Derken daha da ileri sorular sormaya başlıyor Haneke..

Gerçek nedir, hakikat nedir soruları alttan alta kımıldayıp duruyor içimizde.

Anne, hastayken birden sağdır, ölüyken birden canlıdır, bir yandan da araya rüyalar girer…Bir gerçeğe kendimizi tam kaptırmışken  Haneke yine “şefkat tokadı”nı atıyor.Kafamızı şişiriyor, allak bullak ediyor.

Filmin sonunu baştan vererek merak duygusunu giderip bir bakıma seyirciyi rahatlatıyor. Hikayenin sonunu bildiğimiz için bu sefer bu yavaş akan  hikayenin bilmediğimiz bir yerlerinden dikenler batıyor koltuklarımıza. Tedirginiz, huzursuzuz.

Hayat, ölüm, aşk, yaşlılık, bağlılık üzerine katı gerçekleri metafizik  sorgulamalarla yumuşatmaya koyuluyoruz bir süre sonra …Ama işte tam o noktada korktuğumuz başımıza geliyor. Bir ömür boyu baş koyduğumuz yastık bir suç aleti oluveriyor…

Suç ne, suçlu kim..?

Merhamet ile sertlik sarkacında sallanıp dururken nefessiz kalıyoruz. Ara ara güverciniyle, manzara resimleriyle, açılıp kapanan pencereyle, itinayla kesilip hazırlanan çiçeklerle imdada yetişiyor Haneke, ki yapacağı bir yeni kötülük için mecalimiz kalsın.

Sonunda kapanıp kapanıp sığındığımız evimiz mezarımız oluyor. Adi bir cinayetin olay yerine dönüşüyor, olay yeri inceleme ekipleri itinayla bantlanıp kapanan kapıları kırarak açıyor.

Araya giren karanlık atmosferden sonra duru, sakin bir müze aydınlığı gibi sahneye açılıyor ev…İçinde kurulup oturuyor ev sahibi olmak için çabalayıp duran felçli annenin modernist kızı…

Filmin burasında Haneke bir selam çakıyor Albert Camus’ya…Sisifos söylenindeki gibi bir duygu gelip oturuyor boğazımıza…Dağın tepesine çıkardığımız kaya, yuvarlandı  aşağıya. Şimdi tekrar çıkaracağız (bu kez kızı, aynı evde) tekrar yuvarlanacak…

 
Evet, insan kendinde başlayıp kendinde biter, ötesi yoktur. Bir şey olmak istiyorsa bu yaşam içinde olur. Şimdi bunu fazlasıyla biliyorum. Fatihler bazı bazı yenmekten aşmaktan söz ederler. Ama hep “kendi kendisini aşmak” tır demek istedikleri (...) Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.(Camus- Sisyphos Söyleni)