8 Haziran 2013 Cumartesi

Pantolonun Üzerine Don Giydirmek İsteyen Diktatöre İsyan

30 Mayıs Perşembe günü…Bir gün öncesinde Başbakan,  “siz ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik yapacağız” diye çıkışınca açıkçası Gezi Parkı’na polis müdahalesinin gecikmeyeceğini düşünmüştüm. Nitekim güne polisin Gezi Parkı’ndaki direnişçilere gaz bombalarıyla müdahale edip çadırlarını yaktığı haberiyle başladım. Gecikmeden Gezi Parkı’na gidince gördüğüm manzara şöyleydi: Polis tarafından yakılmış çadırlardan geriye kalan küller, sabaha karşı uykunun en koyu yerinde baskına uğramış geçlerin yorgunluğu, kısa sürede parkı dolduran insan akını.



Parkta biraz turlayınca karşılaştığım iki görüntü ise bir gün sonra Türkiye tarihinin en büyük halk hareketine öncülük eden bu gençlerin kimliği, kişiliği konusunda çok şey anlatıyordu.



Sabaha karşı baskına uğramış yirmili yaşlarında bir genç, çadırını tekrar kurmuş içine sırtüstü uzanmış kitap okuyordu. Politikacılar açıklama yapıyor, gazeteciler soru soruyor telaş artıyordu ama bu genç kitaba dalıp gitmişti. Woody Allen’ın aynı zamanda tiyatro oyunu olan “Tekrar Çal Sam” adlı kitabıydı bu.



Kitabı okumamıştım ama oyunu seyretmiştim. Bu oyunu 2008 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Şehir Tiyatroları sahneye koymuştu. Şimdi elinde Woody Allen'ın  kitabıyla genç eylemcinin parktaki ağaçları kesmemesi için kendisini siper ettiği Kadir Topbaş yönetimindeki İBB…



Parkta Woody Allen  okuyan bu gence sonraki günlerde (cumartesi günü) Taksim alanına girmek için polisle mücadele ederken tekrar rastladım. Gaz bombasına maruz kaldığı için kızaran gözlerinde kararlılık vardı. Sırt çantasında ise muhtemelen henüz bitirmeye fırsat bulamadığı kitabı.



Başbakan kitap okumaya vakti olmadığını, danışmanlarının hap haline getirdiği kitapları (özetleyerek) bir seferde yuttuğunu söylemişti bir söyleşisinde. Şimdi danışmanlarına tavsiyemiz mümkünse Woody Allen'ın  kitaplarını, filmlerini de hap haline getirip başbakana yuttursunlar belki o zaman bu gençlerin neden ayaklandığını anlar.



İşte 2013 yılının Türkiye’sinde, kentlerin neredeyse tüm yeşil alanlarını yağmalayan politikalara imza atan başbakan elinde kitapla ağaçları savunmaya çalışan bu gence çapulcu diyordu. Bir daha kayda geçsin diye tekrar edelim: “Daha birkaç saat önce sabah uykusunda biber gazı baskınına uğramış bu genç, parkın bir kenarında sakin sakin Woody Allen okuyor ve başbakan da bu gencin karşısına evlerinde zor tutuğu yüzde elliyi çıkarma hesapları yapıyor.

Zeka ile felsefenin, mizah ile cinselliğin, farklı olanın yaratıcılığı ile klasik  olanın iç içe geçtiği bir kişiliği biraz da bu kitaplardan alıyordu gençler. Woody Allen'ın  muhtemelen Bananas adlı filmini de seyreden bu gençler  San Marcos diktatörlüğünde, filmin baş karakterinin şu sözlerini hatırlayıp  harekete geçmiş de olabilirler:

"bundan böyle İsveççe konuşulacak, altınıza don giyeceksiniz, görebilmemiz için pantolonun üzerine giyeceksiniz , 16 yaşından küçükler artık 16 yaşında sayılacaklar ! "

Gençlerin, “ne kadar da tanıdık” diyecekleri benzerlik bu kadar da değil. Yukarıdaki sözlere karşılık bir gerillanın faşizmin akıllı işi olmadığını söylemesi ve "başa geçince kendini kaybetti." demesi  de cabası.


Woody Allen bu etkileyici filminde emperyalist ABD’nin hegomonyası altına girmiş üçüncü dünya ülkelerindeki diktatörlüklere de gönderme yapar. Belki de gençler yakın zamanda bir üçüncü dünya diktatörünün Obama ile yaptığı görüşmeyi anımsamışlardır, kim bilir.

***


Evet , direniş çadırında Woody Allen'ın  Tekrar Çal Sam kitabını okuyan genç eylemcinin yarattığı çağrışımlar altında dolaşmaya devam ederken bu sefer parkta henüz iş makinaları tarafından sökülmemiş  bir ağacın gölgesinde kitap okuyan genç bir kadın eylemciye rastladım.


Bu sefer elindeki kitap benim için daha da tanıdıktı. Erdal Öz’ün adını Turgut Uyar’ın etkileyici dizesinden alan “Gülünün Solduğu Akşam”  adlı kitabı. Turgut Uyarın "herkes ne zaman ölür elbet gülünün solduğu akşam " diyerek içimizde duygu fırtınaları estiren dizesi Erdal Öz’ün  Deniz’lerin idamını anlattığı belgesel romanıyla birleşince ortaya bir destan çıkıyordu. Hüzünlendiren, coşturan öfkelendiren  ama mutlaka “ben de bu yolda gitmeliyim” dedirten bir kitaptır Erdal Öz’ün romanı.



 Öz, Gülünün Solduğu Akşam’ı şu cümlelerle sunuyor okuyucuya: Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil" ve daha niceleri. Mamak Askeri Cezaevinde bu çocukların çoğuyla konuşmuştum. Deniz'le anlaştığımız gibi, tuttuğum notlardan yola çıkarak bir roman yazacaktım. Sorduğum sorularla onları sürekli küçük ayrıntılara yöneltmeye çalışmıştım. Roman, bu ayrıntılardan doğup gelişecekti. Ne yazık ki iş yarım kaldı. Hele belgesel bir roman için elimdeki notların yetersizliğini görünce böyle bir çalışmaya girmekten vazgeçmek zorunda kaldım. Yıllar sonra, bir başka biçimlemeyle, sonunda oluşturabildim bu kitabı. 'Gülünün Solduğu Akşam', serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Anı, belge, anlatı karışımı bu kitabı dilerseniz bir roman gibi okuyun; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı olsun.



***



Bu halk hareketinin niteliği üzerine bir gazeteci abimizle sohbet ederken şöyle bir belirleme yapmıştı: Bu hareketin öncüsü gençler. 68 gençliğinin günümüzdeki versiyonları. Bu hareketle Türkiye’de 12 Eylül’ün başlattığı süreç bitmiştir.”


Denizler’in yarım kalan serüvenini anlatan Erdal  Öz ve  Denizlerin  daha nice arkadaşlarının özgür birer birey   olarak yetiştirdiği gençler, “Kıyak” kafalarına göre takılıp bir yandan  babalarının destansı mücadelesini anlatan bir yandan da mizahı, felsefeyi, zekayı, muzırlığı anlatan kitapları okuyorlar,haberiniz olsun Başgan'ım.. En azından benim tanık olduğum bu iki genç çapulcu, senin biber gazı mangalarına karşı günlerce direnişe geçmeden hemen önce bu kitapları okuyorlardı.. Ayaklanmalarına, birkaç ağaç için canlarını ortaya koymalarına bir türlü anlam veremediğin,  Gaz bombalarından korunmak için limon , sirke, süt tutan o genç ellerde az önce işte bu kitaplar vardı...


 

“Altınıza don giyeceksiniz, görebilmemiz için pantolonun üzerine giyeceksiniz” diyen diktatöre boyun eğmiyorlar. Kentin en ortak kamusal alanını özel şirketlere AVM adı altında peşkeş çekmek isteyen,  ihale peşinde koşan, TOKİ’nin çakma  rezidanslarında oturup çakma Osmanlı kışlasına tarihi eser muamelesi yapan bir nesil yetiştirmek isteyen zihniyete papuç  bırakmıyorlar. Gençler, okumak, konuşmak, gezmek, eğlenmek, anlamak, anlatmak yani yaşamak istiyorlar. Işık Evlerinde Maklubeye kaşık sallayıp  danışmanlarınızın hazırladığı hapı yutmak istemiyorlar. Pantolonun üzerinde don giymek istemiyorlar, anlayın artık…




Bu yazı Yurt Gazetesi'nin 8 Haziran 2013 tarihli Kültür Eki'nde yayınlanmıştır. 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Toroslar’da Bir Doğa Kahramanı ve "Vicdan-Sızlar "

Kentsel Dönüşüm, 2 B Arazileri ve İnşaat furyası derken Türkiye’nin bir çok kentinde neredeyse boş arsa. bulmak olanaksız hale geldi.

Kentlerde durum buyken köylerde ise HES’ler, Altın ve Mermer şirketleri devreye giriyor. Kaz Dağları’ndan, Munzur’a, Karadeniz’den Toroslor’a Türkiye’nin her biri doğa harikası olan milli parkları adeta delik deşik edilmiş durumda.

Ulusal ve uluslararası şirketler, müteahhitler, siyasetçiler, yeni dönem zenginleri kentlere, köylere yaylalara tamamen rant penceresinden baktıkları için  topraklarını, doğayı, hayvanları savunmak ise yine Anadolu insanına düşüyor.



Kendisi de bir doğa tutkunu olan gazeteci Yusuf Yavuz’un SoL Portal’daki harika haberini okurken “Toroslar’da bir Doğa Kahramanı” ile karşılaştım.


Her biri birbirinden ilginç ayrıntılarla dolu haberin giriş paragrafı bile durumu anlatmaya yeterliydi:
“Yıllarca çobanlık yaptığı Toroslar’ın en güzel yaylalarının, dağlarının gözlerinin önünde yok edildiğini görünce eline kalem alıp Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, bakanlardan yetkili tüm kurumlara dilekçeler, mektuplar yazan Ispartalı Mahmut Aksu, üç yıldır varını yoğunu harcadığı mücadelesinden sonuç alamayınca sonunda “Vicdan-Sızlar” adını verdiği bir kitap yazdı ve 550 milletvekiline postaladı. İşte yıllardır doğası vahşice yağmalanan Türkiye’nin geldiği noktanın özeti niteliğindeki çarpıcı bir yıkım ve ‘Don Kişot’vari direnişin öyküsü…”
Konuyla ilgili geniş ayrıntıları Yusuf Yavuz’un haberinde bulabilirsiniz…

Verdiği mücadelenin uzaklarda da yankı bulduğunu göstermek ve olabilirse bu soylu mücadeleye bir nebze moral destek sunabilmek için Mahmut Asu’yu aradım.

Isparta’da yaşayan Mahmut Aksu ile konuştuğum dakikalarda Kadir İnanır, Tarık Çelenk, Lale Mansur, Nihal Bengisu Karaca, Şükrü Karatepe, Muhsin Kızılkaya, Öztürk Türkdoğan ve Hüseyin Yayman’dan oluşan Akil İnsanlar’ın Akdeniz grubu da İsparta Barida Otel’de güya halk ile buluşuyorlardı. Akil İnsanlarla buluşup derdini anlatmak ve kitabını hediye etmek isteyen Mahmut Aksu ise içeri alınmadı. Israr edersen seni gözaltına alırız diye polis tarafından tehdit edildi.


Mahmut Aksu’nun yanlarına yaklaşamadığı Akil İnsanlardan Rifat Hisarcıklıoğlu, "Ülkesini, milletini, bayrağını seven insanlar olarak biz de üzerimize düşeni yapmak zorundayız " diyordu. Demek ki, yıllardır gözü dünmüş doğa düşmanı şirketlere karşı tek başına mücadele eden Mahmut Aksu, Hisarcıklığolu kadar vatanını sevmiyordu ki konuşturulmuyordu. Aksu, konuşturulmuyordu ama Hisarcıklıoğlu durmak bilmiyordu:  "Aslında biz dinlemeye geliyoruz. Bir şey anlatmıyoruz" diyerek…Kimleri dinliyorlarsa artık.


Mahmut Aksu kitabı bin adet bastırmış. 150 kitabı mermer ocaklarının işletildiği köyde dağıtmış. Diğer kitapları da kargo masrafını karşılayarak Milletvekillerine ve bürokratlara göndermiş.

Egemen Bağış adına tebrik kartı gelmiş.
Savunma bakanının danışmanı arayıp övgü dolu sözler söylemiş.
Aksu’nun aradığı Eski Isparta Valisi ve CHP İsparta milletvekili Ali Haydar Öner ise “şimdi yurt dışındayım, telefon sana yazar, dönünce konuşalım” demiş ama bir daha aramamış.

Aksu’nun tek isteği var. Ankara’dan , onurlu, namuslu, dürüst üç kişilik bilirkişi heyeti gelsin. Bu yaylalarda inceleme yapsınlar. Evet bu Mermer ocakları kanuna uygundur derlerse ben de kabul edip mücadelemden vazgeçeceğim diyor. Doğayı , hayvanları koruma kanunlarını ezberlemiş Aksu. Zeytin kanunundan örnek veriyor. Mermer ocaklarının zeytinlik alana 100 metreden daha yakın olmasının kanuna aykırı olduğunu adeta haykırıyor.
Ağlamaklı bir ses tonuyla ama heyecanla Toroslarda yeni bir kekik türünün keşfedildiğini bu mermer ocaklarının tozları arasında eşi benzeri bulunmayan bu kekiklerin yok olup gideceğini anlatıyor.

Bölge için ÇED (çevre etki değerlendirme) raporu verenlerin Torosların bu cennet köşesini görmeden raporu imzaladıklarını ileri sürüyor ve şöyle devam ediyor: Adeta zorla milli parklardan sorumlu yetkilileri bu yaylalara götürdüm. İncelediler. Yazdıkları raporlarda mermer ocaklarının kesinlikle kanuna aykırı olduğunu yazdılar. Ama kimse dikkate almadı.

Mahmut Aksu tek başına bu ısrarlı mücadelesini verirken doğa düşmanları da boş durmamış. Her zaman ki kirli yöntemleri devreye sokmuşlar. Defalarca tehdit etmişler Aksu’ya,rüşvet teklifinde bulunmuşlar. Ancak bu kahraman doğa severin tertemiz kişiliğine pisliği bulaştıramamışlar. Bir seferinde kim olduğunu bilmediğim kişiler bana siyah poşet içinde 250 bin lira para getirdiler. Reddettim diyor.

Evet, 250 bin lirayı reddediyor, muhasebecilik maaşından biriktirdiği paralarla 8 bin 500  lirayı cebinden ödeyerek bastırdığı kitabı milletvekillerine gönderiyor. Doğa katliamını belgeleyen 9 ayrı dosyayı ilgili yerlere ulaştırıyor. 3 bin mektup yazıyor.

Zaman zaman karamsarlığa kapılıyor. Ama doğa sevgisi içinde

o kadar yer etmiş ki tekrar koyuluyor mücadeleye. Bazen de çaresizlikten  “Ankara’ya gidip silahı kafama dayasam mı” diye geçiriyor içinden…

Milletin hizmetçisi olduğunu söyleyen başbakan, ilk kez halktan biri seçildi diye bayram edilen  cumhurbaşkanı, milletvekilleri, bilim kurulları, ulusal ve yerel bürokratlar...Her kesimi, herkesi uyarıyor Mahmut Aksu. Bilgi veriyor, belge sunuyor.

Avrupa Birliği Bakanı, Milli Savunma Bakanı, kendini ulusalcı olarak tanıtan CHP İsparta milletvekili...Tebrik ediyorlar, tamam diyorlar, ararız diyorlar  ama sonuç değişmiyor.

Mermer ocakları Toroslarla birlikte Mahmut Aksu'nun da  bağrını delmeye devam ediyor.


Mahmut Aksu ile sohbeti noktalayıp bu satırları yazarken Isparta Valiliğini ziyaret eden Akil İnsanlardan yazar Muhsin Kızılkaya şöyle konuşuyordu:
Anadolu'nun bilgeliğine ihtiyaç duyduğumuzu, bu bilgelikten büyük bir kardeşlik projesi çıkacağını söyledik. Kardeşlik projesine, devletin ilk defa kendi yurttaşları ile barışması olarak bakılması gerektiğini anlattık. Hiç kimse kendini incinmiş hissetmesin."

Hüseyin Yayman ise yanlarına yaklaştırılmayan Mahmut Aksu’ya nazire yaparcasına Isparta'nın gülü ile Hakkari'nin ters lalesinin kardeşliğini vurgulamak, kaderinin birlikte olduğunu, Van Gölü, Eğirdir Gölü'nün birbirinden ayrılmayacağını söylemek için buradayız" diyordu.


Mahmut Aksu ise eğer buluşabilseydi kendileri de yazar olan Akil İnsanlardan  Nihal Bengisu Karaca, Muhsin Kızılkaya, ve Hüseyin Yayman’a derdini kendi kitabının ismiyle anlatacaktı: “Vicdan-Sızlar”


Yusuf Yavuz'un haberini okumak için tıklayın
http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/turkiyenin-vicdani-bu-isyana-nasil-dayanacak-haberi-73256
 

20 Nisan 2013 Cumartesi

Hareket Halindeki Trende Nur Muhammed’in Akşam Yemeği

Afganistan’ın Celalabad kentinde bir hastane. “Bir yatakta baştan aşağı sargılanmış on yaşındaki Nur Muhammed yatıyor. Pazar günü akşam yemeği yerken evine isabet eden bombadan gözlerini ve ellerini kaybetmiş. Geçen hafta sonu hastane morguna 17 ceset getirilmiş ve buradaki görevliler muhtelif köylerde en az 89 sivilin öldüğünü tahmin ediyorlar”

Howard Zınn’in “Hareket Halindeki Bir Trende Tarafsız Olamazsınız” adlı kitabını okurken altını ilk çizdiğim, yukarıdaki dramatik sahneyi anlatan cümleler oldu.
Everest Yayınları’ndan geçen ay yayınlanan kitap, Işılar Kür’ün son derece titiz çevirisiyle sunuluyor okuyucuya. Daha ilk sayfadan itibaren aklınıza üst üste hücum eden sorular, sayfalar ilerledikçe öfkeye dönüşüyor yer yer.  Zınn,  bildiğimiz,  karşı çıktığımız ve  isyan ettiğimiz gerçekleri akıcı bir dil ve son derece basit sorularla bir kez daha aklımıza vicdanımıza çakıyor.11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’ı işgal eden ABD’nin yarattığı yukarıdaki dramı Boston Globe muhabirinin haberinden okuyan Zınn, ahlaki ve siyasi isyanını hemen harekete geçirerek şöyle diyor: “Elleri ve gözleri olmayan bir çocuk. New York’ta 11 Eylül’de yaşanan hadiseyle hiçbir olası bağlantısı yoktu. İnsan haklarına değer verdiğini iddia ederek, Afganistan’a açılan savaşı haklı çıkarmaya çalışan bir insanın hastanedeki bu manzarayı binle çarpıp elini vicdanına koyması gerekir.” 


***
Fransa’nın eski başbakanlarından Benjamin Clemenceau’nun  “En çok yalan, seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” diye bir cümlesi var. Zınn’in kitabını bu cümlenin barındırdığı anlamın etkisinde okurken Kristof Kolomb’un kıtaya ayak basma hikayesinden başlayarak neredeyse tamamen yalanlar üzerine kurulu kanlı bir ABD tarihinden kesitlerle karşılaşıyoruz.

Türkçe'ye çevrilen  "Halkların Tarihi" "Öteki Amerika" kitapları   ve "Marx Döndü" adlı oyunuyla tanıdığımız Zınn otobiyografik kitabında can alıcı, basit net sorularla işte bu yalanlara karşı mücadelesini anlatıyor. 
ABD polis ve istihbarat sistemiyle siyasi kurumlarının yanı sıra eğitim, hukuk, basın, sinema, giderek  kent, kasaba hatta aile içine kadar sinmiş “mikro faşizm”in, ırkçılığın  boyutlarını gözler önüne seriyor. Bunu yaparken büyük olaylardan, araştırmalardan, teorik açıklamalardan yola çıkmıyor. Yaşadıklarını  ilişkilerini, dostluklarını, öğretmenliğini mütevazı bir dille hikaye ederek yapıyor. İkinci dünya savaşında sivilleri bombalayan bir pilot, Vietnam’da esirleri teslim almak için kendisini tehlikeye atan bir savaş karşıtı, Japonya’da atom bombası sonucu sakat kalanlarla bir araya gelen aktivist, siyahlara karşı ırk ayrımcılığıyla mücadele eden bir öğretmen, bir sivil itaatsiz olarak edindiği eşsiz tücrübe, bilgi, birikim en önemlisi sarsılmaz vicdan terazisiyle yapıyor.  Bizi bir kez daha “Amerika” denen canavarın yarattığı algılardan, alışkanlıklardan uyanmaya davet edip düşünmeye, sorgulamaya, isyan etmeye, öfke duymaya çağırıyor.  



***
Yapılan bir araştırma ABD’nin şimdiye kadar  50  ülkeye müdahale ettiği, darbeler yaptırdığı,  savaş açtığını ortaya koyuyor. Buna bir de siyahlara karşı uygulanan ırkçılığı eklerseniz katliamcı, soykırımcı bir savaş makinasının devlet kisvesine bürünmüş haliyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlarsınız. “Kimyasal silah var” yalanıyla Irak’a karşı başlatılan savaş ile bu ülke neredeyse tümüyle yerle bir edildi. Bir buçuk milyon sivil insan öldürüldü. Milyonlarca kişi sakat kaldı, evinden yurdundan ayrı düştü. Sonunda yalanın yalan olduğunu yalan söyleyenler de kabul etti. Peki sonra ne oldu…?  ABD halkı bir kez daha  Bush’u başkan seçti. İletişimin bu kadar geliştiği, dünyanın en saygın üniversitelerinin, okullarının, düşünce kuruluşlarının, güya özgür basınının, düşünce özgürlüğünün olduğu bir ülkede nasıl oluyor da bir toplum yalanlarla milyonlarca insanın öldürülmesini kabullenebiliyor.
İşte Zınn’in kitabının önemi tam da burada başlıyor: Dünyayı kana bulayan bir devletin kendi vatandaşlarına karşı adil olamayacağı gerçeğini en yalın biçimde anlatıyor. Bu kitabı değerli kılan, acımasız bir savaş  devleti olan ABD’nin kanlı kirli tarihinin sıradan vatandaşlarına, sokaklarına, günlük yaşamına nasıl yansıdığını çarpıcı şekilde ortaya koymasında… Oy vermek için kayıt yaptırmaya giden siyah bir Amerikalıyı durduran Greenwood şerifinin aşağılayıcı tavrı Zınn’in kitabında yer alan ve Amerikan devleti ve toplumuna sinmiş ırkçılığı anlatan sayısız örneklerden biri...



ŞERİF: Zenci, sen nerelisin?
BLOCK: Mississippi yerlisiyim.
ŞERİF: Ben buradaki tüm zencileri tanırım.
BLOCK: Hiç renkli insan tanıyor musun..? (şerif yüzüne tükürür)
ŞERİF: Buradan çekip gitmen iç in sana yarına kadar zaman veriyorum.
BLOCK: Beni görmek istemiyorsan, eşyalarını toplayıp gitsen iyi olur. Çünkü ben burada olacağım.


 
ABD; İkinci Dünya savaşında Hitler’e ve faşizme karşı savaşıldığı propagandası yaparken ülke içinde Afrika kökenli siyahlara yönelik azgın bir ırkçılığı sürdürür. Öyle ki Hitler’e karşı savaşan hava kuvvetlerindeki siyahi askerler bile ikinci sınıf vatandaş muamelesi görür. Bu gerçeğin karşısında susmanın, tarafsız, tavırsız olmanın geçersizliğini kitabının ismi olarak seçiyor Zınn: “Zaten olaylar belli ölümcül istikametlere doğru hareket ediyor ve tarafsız olmak bunu kabul etmek anlamına geliyor.” Hareket Halindeki Bir Trende Tarafsız Olamazsınız”
Zınn, kitabında yoğunlukla ırk ayrımcılığına karşı verilen mücadele ve Vietnam savaşında savaş karşıtlığı üzerinden Amerikan sistemini sorgularken sınıf ayrımcılığına da çarpıcı örneklerle ışık tutuyor. Daha doğrusu ırk ayrımcılığı, faşizm, adaletsizlik ekonomik sömürü, yoksulluğun birbiriyle bağlantısını otobiyografisinden kesitlerle anlatıyor.
Kitabın sayfaları arasında ilerlerken ister istemez ABD ile Küçük Amerika (Türkiye) karşılaştırması yapıyoruz. Ve 1950’lerde Menderes ile başlayan, Demirel, Özal, Çiller, Erdoğan ile devam eden  Küçük Amerika hedefinde oldukça yol kat ettiğimiz anlaşılmakta.
Devlet kurumlarını esas olarak hakim sınıfların çıkarlarına göre organize etmek, başta iletişim ve eğitim olmak üzere gelişen olanakları toplumu bilinçlendirmek yerine uyutmak için kullanmak, sağcılığı, kapitalizmi değişmez bir kural olarak benimserken karşı çıkanları statükocu olarak yaftalamak, solcuları, farklı milliyetlerden olanları düşman olarak hedefleyip toplumun düşmanlık ve korku duygularını canlı tutmak, dini en masrafsız itaat aracı olarak öne çıkarmak. Örgütlenmeden, sendikadan, işçi haklarından nefret etmek, her türlü itirazı , karşı çıkmayı terörizm olarak itibarsızlaştırmak. Küçük   Amerika olarak Sam Amca’ya benzerliğimizi daha da uzatabiliriz. Yine, sağcı, dinci , liberal hükümetlerimizin  Kore’den başlayarak Irak, Afganistan, Libya ve son olarak Suriye söz konusu olunca ABD ile aynı ahlaksız  saldırılara ortak olma iştahı.



Zınn’ın öfkemizi kabartan cümleleri arasında söylenmeden edemiyoruz. İsrail ile anlaşıp Suriye’ye karşı savaşa hazırlanan İslamcı hükümetimiz CIA denetimindeki ABD düşünce kuruluşlarının raporlarından başını kaldırıp Howard  Zınn, Noam Chomsky gibi ABD’li aydınların kitaplarına da bir göz atar mı? Pazar günü evinde akşam yemeği yiyen çocuğun kendi çocukları olduğunu, evinin huzur veren sıcaklığında sofraya kurulmuş o çocuğun  masumiyetine sıkılan Amerikan kurşunlarından geriye kalan  gözleri kör, elleri ayakları sakat 10 yaşındaki Nur Muhammed’in bundan sonraki hayatını en az bizim çocuklarımız kadar iyi yaşamaya hakkı olduğunu içleri cız ederek duyumsarlar mı? Hem Washington’u  kıble yapıp hem de Ezan-ı Muhammedi okunurken Nur Muhammed ile aynı anda abdestlerini alıp yatsı namazlarını kılıp şükür Allah’a deyip uyurken vicdanlarını yastık yaparlar mı?



 Ya da “Hareket Halindeki Bir Tende Tarafsız Olmak”  gibi beyhude bir çabayla hem ABD politikalarının dolaylı  savunuculuğunu hem de solculuk yapmaya kalkan güya sosyalist aydınlar… Washington’dan  atılan Demokrasi çığlıklarının  sadece katliamların üstünü örtmeye yaradığını, Saıgon’da, Bağdat’ta, Celalabat’ta, Sirte’de İdlip’te  Amerikan silah teknolojisinin kül ettiği milyonlarca ölünün bu sahte  demokrasi çığlıklarını duymadığını fark ederler mi?

***

Bazen kabaran bir öfkeyle, bazen gözümüzün önündeki basit bir gerçeği neden fark etmediğimizi düşünürken rahatsız eden bir sıçramayla, bazen. bu dünyada dürüst, namuslu, cesur insanların yaşadığını, mücadele ettiğini  hissetmenin verdiği mutlulukla okurken kitabı,  umutla umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. İşte o anda Zınn sık sık araya girerek umutsuzluğa yer yok diyor.
“Bob Dylan’ı ve Joan Baez’i ve Country Joe’yu ve Beatles’ı dinlemek, sanatçıları yazarları kendi saflarınızda bulmak, Eartha Kıtt’in savaşa karşı sesini yükselterek Beyaz Saray’da bir bahçe partisini bozduğunu okumak, Muhammed Ali’nin şampiyonluk unvanını kaybetmek pahasına bile olsa yetkili makamlara meydan okuduğunu görmek, Martin Luther King’in  savaşa karşı sesini yükselttiğini dinlemek, küçük çocukların ana babalarıyla beraber Vietnamlı Çocukları Kurtarın pankartlarıyla yürüdüklerini görmek insan türünün en iyilerinin siz in davanız  için uğraştığı duygusunu  yaşamaktı”.

*** 
Howard  Zınn’ın “Hareket Halindeki Trende Tarafsız Olamazsınız” kitabını okurken Türkiye’nin Chomsky’si olarak kabul edilen değerli aydınımız Fikret Başkaya’nın “Emperyalist Savaşları Anlama Klavuzu” adlı makalesini tesadüfen okudum. Fikret Hoca, adeta Zınn’ın yaşamında yer alan ve kitapta aktardığı olayların, ekonomi politiğini   anlatıyordu. İster Kolonyalizm, ister emperyalizm, ister Vietnam saldırısı isterse Suriye’ye karşı savaş. Geçmişten günümüze emperyalist savaşların temelde aynı mantığa  dayandığını bir kez daha kayda geçiriyordu: 

 “O halde sadede gelebiliriz: Kapitalizm var oldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm var oldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları sayesinde var olabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak, bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak aşmaktır denmiştir...”

Fikret Başkaya’nın bu makalesini okuduktan sonra beynimde Zınn’in kitabına başka bir pencere daha açtım. Evet, Zınn gördüğü bütün haksızlıklara, hukuksuzluklara, faşizme, ırkçılığa, ekonomik sömürüye karşı çıkıyordu. Marksizmi,  sosyalizmi biliyordu, benimsiyordu ama liberalizmin solculuk sayıldığı ABD topraklarında sistemi direkt hedefleyen ideolojik bir örgütlenme yerine en fazla sivil itaatsizlik  önerebiliyordu. Zınn’den siyasi bir liderlik beklediğimiz sanılmasın. Zınn, bir aydın olarak elbette ki ABD’nin 20’nci yüzyıldaki en önemli muhalif isimlerinden. Bizim dikkat çekmek istediğimiz gerek Vietnam savaşına , gerek ırkçılığa gerekse ekonomik sömürüye karşı ABD’de zaman zaman gelişen, kabaran ve sistemi kısmen  değişime zorlayan mücadelelerin dünya sosyalist hareketiyle buluşamaması, ideolojik yaygın bir örgütlenmeye varamaması ve sistem içinde Amerikanvari çapsızlığa kurban olmasıdır.
Bu özelliktir ki azgın neo con sağcılığın karşısına çıkara çıkara Obama’yı çıkarmış, O da Martin Luther King’in “bir hayalim var” sloganını içeriğinden sıyırıp   sömürülen Amerikan alt sınıflarının umutlarını kapitalizmin doymak bilmeyen midesine bir kez  daha meze yapmıştır.

Sonuç olarak Martin Luther King, Howard Zınn, Chomsky  gibi aydınlar ve eylemciler, dünyayı insanlığa zehir eden Amerikan Savaş İmparatorluğu’nun işlediği suçların kısmen de olsa deşifre  olmasına  büyük katkılar sağlamışlardır. Aydın sorumluluğunu yerine getirmiş, ABD şiddeti altında inleyen milyonların Atlantik ötesindeki sesi olmuşlardır. Tüm bu çabalar Amerikan sistemini geriletmeye, kökten değiştirmeye, yok etmeye yetmese de insanlığın mücadele tarihindeki mütevazı yerlerini almışlardır. Zaman zaman politik romantizme varan, adeta şiir tadında umut esintileri yaratabilmişlerdir. Tıpkı Amerika’daki evsizler için mücadele eden Cizvit papaz Mitch Snyder’in öldükten sonra,  Howard Zınn ve eşi Roz’a ulaştırılmak üzere yazdığı şiirdeki gibi.

Niçin duruyorsunuz
Diye sordular onlara ve
Niçin yürüyorsunuz
Çocukların yüzünden dediler ve
Yüreğin yüzünden ve
Ekmeğin yüzünden
Çünkü
Nedeni
Yüreğin çarpmasıdır
Ve çocukların  doğması
Ve ekmeğin kabarması

 


 


Bu yazı Yurt Gazetesi'nin 20.04.2013 tarihli sayısının Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.


30 Mart 2013 Cumartesi

TARİHİN DERİNLİKLERİN GELEN BİR ÇIĞLIK: GARİP BÜLBÜL NEŞET ERTAŞ

Halk Müziğinin büyük ustası Neşet Ertaş kendisiyle yapılan bir söyleşide ”benim eserlerimi aslına en uygun okuyan Erol Parlak’tır” demişti. Erol Hoca da Ustanın bu güvenine layık bir eserle Neşet Ertaş hakkında şimdiye kadar ki en kapsamlı çalışmayı yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Erol Parlak’ın 16 yıl önce başladığı kitabı “Garip Bülbül Neşet Ertaş” adıyla Demos Yayınları’ndan çıktı. Bin 400 sayfalık titiz çalışmada sadece Neşet Ertaş’ın hayatı, eserleri, şiirleri, türküleri, notalar, fotoğraflar yok. Erol Parlak bize tarihin derinliklerinden seslenen bir Neşet Ertaş sunuyor. Abdalların tarihi, Anadolu’daki değişimin Abdallara yansıması, Horasan’dan yola çıkan “Yol Uluları”nın Balkanlara doğru uzanan serüveni, Alevilik, Bektaşilik, Anadolu hümanizmi…Bir tarih, sosyoloji, halk bilimi kitabıyla karşı karşıyayız. Kitabı okuyup kapağını kapattığımızda şimdiye kadar sezgisel olarak sevdiğimiz dinlediğimiz Neşet Ertaş’ı bu sefer bilinçle, bilgiyle daha farklı bir kulakla dinlemeye başlıyoruz. Ustanın her türküsü sanki asırlar öncesinden günümüze gelen bir çığlık… Ve bu çığlığı 21. Yüzyıla taşıyan Neşet Ertaş’ın müthiş yeteneği, dehası…


Erol Hoca’nın “yaşadığını söyledi, söylediğini yaşadı” dediği Neşet Ertaş’ı bir kez daha saygıyla anarak başladık Erol Parlak ile söyleşimize…




Abdal ne demek, Teber ne demek?
Abd, kul demek, Abdal da hakkın kulu anlamına geliyor. Badal’ın çoğulu olarak başka bir anlamı daha var Abdal’ın…Badal ve giderek bedel kelimesine dönüşen Abdal, ruhu için nefsini bedel veren, nefisten vaz geçen , yani dünya malı, para pul, maddiyat, mülkiyet, bunların hepsinden vazgeçen demek. Büyük savaş sonrasında (Yavuz Selim ile Şah İsmail arasındaki savaş ve Alevi katliamı) Anadolu’da büyük bir ayrışma oluyor. Bizim coğrafyamızda suyun akışını değiştiren bu önemli savaştan sonra Osmanlı Sünni –Ortodoks bir tavrı benimsiyor. Bundan Abdallar da etkileniyor. Bu etkilenmeyle veli, ermiş anlamındaki Abdal kelimesi itibarsızlaştırılıyor. Serseri, tembel, köle gibi düşük anlamlarda kullanılıyor. Mesela sözlüklerde aptal kelimesi yok aslında. Abdal’ın itibarsızlaştırılarak aptala çevrilmesi sonucu dile yerleşiyor. Hani biz söz vardır; “Aptala malum olur” derler. Aptala niye malum olsun, aptal zaten aptaldır. “Abdal’a malum olur çünkü Abdalın en önemli özelliklerin biri de sezgi gücüdür. Abdal sezinleyendir. Kulak verip dört köşeyi dinlemiş deniyor ya, kimsenin görmediğini, kimsenin sezinlemediğini sezinlerler Abdallar.
İşte Abdal’ın aptala dönüştürülüp itibarsızlaştırılması sonucu ortaya Teber lafı çıkıyor. Aynen Çingenelerin kendilerine Çingene yerine Roman demesi gibi. Şu anda alanda, Abdalların bulunduğu bölgelerde Abdal lafını söylediğiniz zaman reddediyorlar. Daha da özelinde teberden de sıyrılarak usta terimini kullanıyorlar. Ustalar diyorlar kendilerine.



Abdalların Alevilik içindeki yeri nedir?
Alevilik sonradan şekillenen bir şey. Başlangıçta Dervişler, Abdallar yolu var. Anadolu’ya geldiler, tasavvufu biçimlendirmeye, inancı etkilemeye başladılar. Bir müddet sonra da Alevi-Batını öze sahip çıktılar. Mevlana Celalettin Rumi de bir derviş, bir abdal aslında. Sonrasında Alevi-Bektaşi kimliği öne çıktı. Zamanla Bektaşilik de geriye çekildi, Alevilik kimliği daha çok kullanılmaya başladı.

Abdalların inanç yapısıyla ilgili şu dörtlük çok önemli.


Abdallığın binasını sorarsan
Allah bir Muhammed -Ali Abdaldır
Hakikat ilminin aslın sorarsan
Cümle ululardan ulu abdaldır.


 
Bu dörtlük inancın köküdür. Hatta kitapta da yer verdim şöyle bir dörtlük de var


Muhammed kırklara bir hayal gördü
Ol hayal ne imiş aslına erdi
Firdevs-i a'ladan içeri girdi
Öten bülbüllerin dili abdaldır


 
Yani uluların ulusu da Abdal, bülbüllerin dili de Abdal. İşte kitaba ismini veren “Garip Bülbül” tanımlaması da buraya dayanmaktadır.



Neden bu kadar kapsamlı bir çalışma yaptınız? Bu tarihi,sosyolojiyi bilmeden Neşet Ertaş anlatılamaz mı?
Anlatılamaz. Şimdi düşünün ki Anadolu’nun haritada kimsenin yerini pek gösteremeyeceği bir ilinden, horlanan bir gariban elinde sazıyla çıkıyor geliyor. Türküleri, sesi, sazı güzel. Bütün Türkiye O’na kilitleniyor. Öyle bir sanat koyuyor ki ortaya yarım yüzyıla yakın bir süredir aşılamıyor. Bütün inançlar bütün etnisiteler O'nu seviyor. Sebebi işte bu dervişler yoludur. Anadolu’nun her karışında izleri bulunan, oradan inancımızın içerisine giren, bizim duyularımıza , duygularımıza hissedişimize, adeta kılcal damarlarımıza kadar ulaşan bir gönül mirası var. O gönül mirasını kavrayıp içiresinde Neşet Usta’nın yerini belirlemeden Neşet Ertaş’ı anlamanın, cenazesinde ortaya çıkan fotoğrafı izah etmenin mümkünü yoktu.



Peki Abdalların yaptığı müziğin belirleyici unsurları nedir. Abdal müziği diyebileceğimiz bir müzik tarzı var mı?
Aleviler ayrımcılık yapmadığı için gittikleri yerlerde karışıp, kaynaşıp asimile olmuşlar. Abdal kişiliği de kaybolmuş. Kültürün içinde var ama bir teori olarak abdal müziği yok ortada. Abdalların böyle çok meydanda durdukları yerlere dikkat ederseniz daha çok ayrımcılığa uğradığı yerlerdir. Orta Anadolu, Çukurova ve Güneydoğu’nun belli bölgeleri. Ege’de Aydın Germencik’ten başlayarak Kuzey’e doğru gider. Anadolu’nun her karışında aslında Abdal müziği var ancak asimilasyon nedeniyle abdal müziğinin sadece arta Anadolu’ da söylenen müzik olduğu sanılıyor. Adını Abdal müziği olarak koyamasak da bugün dinlediğimiz deyişlerin, semahların altında da abdalların yolu, inancı, müziği var.



Anlattığınız bu tarihsel süreç içinde Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali bir de Neşet Ertaş mı, yoksa Neşet Ertaş bambaşka bir kimlik mi?
Evet, Neşet Ertaş bambaşka bir kimlik



Neden?
Neşet Ertaş’a gelene kadar bu sanat tamamen öz kimliğiyle biçimlenmiş. Bir eşeğin sırtında gidebildiği yere kadar giden bir Muharrem Ertaş, bozulmamış, Horasan ağzını temsil eder. Biraz Anadolu havasına bürünmüş bir Horasan Türkmen’i Muharrem Ertaş. Neşet Ertaş’ın çıkışı ise plak ve müzik sektörünün oluştuğu döneme denk gelir. Neşet Ertaş Anadolu’yu, hem de üç defa karış karış dolaşmış. Kendi köküne tutunuyor ama duyduğu her şeyin de bir bakıma etkisinde kalıyor. Duyduklarını, aldıklarını O muhteşem süzgecinden geçirerek bambaşka bir şeyi çıkarıyor ortaya. Köke bakıyorsunuz tamamen kimliği belli. Muharrem Ertaş’tan gelen sağlam damarı o kadar geniş harmanlamış, öyle renklerle bezemiş ki…



Neşet Ertaş’ı dinlerken bize benzersiz, eşsiz gelen nedir? Sazı mı, sözü mü, yorumumu. Nedir Neşet Ertaş’ın sırrı?
Bir kere o dervişler yolundan gelen o insana aşık öz var ya, hak ve halk aşıklığı. O müthiş bir şey. O ruhla söylediği anda zaten ağzından dökülen her şey çok sarıp sarmalayıcı geliyor. Son derece mütevazı, toprak gibi olduğu için –ayaklarınızın türabı, gönüllerinizin hizmetçisiyim, diyordu- herkese çok samimi geliyor. Bunun yanında müthiş bir sanat dehası var. İnanılmaz bir saz tavrı, müthiş bir vokal tekniği. Bunların yan yana gelişiyle de benzersiz bir sanat estetiğine ulaşıyor Neşet Ertaş. Neşet Ertaş’ın bir farkı da işte bu estetik düzey. Sanki Avrupa’da, Amerika’da sanat okullarında estetik okumuş. Bir ümmiden beklenmeyecek, inanılmaz bir estetik duyuşu vardı. Babasında , aşiretinde hiç kimse de bu estetik yok. Ama Neşet Ertaş çalıp söylemeye başladığında karşınıza estetik eğitim almış müthiş bir sanatçı çıkıyor. Bir de Türkülerde çok tatlı bir dil var. Başka biri olmaya hiç özenmedi ve dilinden hiç taviz vermedi. O tatlı Türkmen Türkçesiyle söyledi.



21’nci yüz yıldayız. Günümüzün koşulları farklı. Neşet Ertaş’ın kaybıyla bu müzik üretimi (abdal müziği) son mu buldu.
Neşet Ertaş yaşarken aslında son bulmuştu. Çünkü değişim ve dönüşüm süreci Anadolu üzerinde değiştirme ve dönüştürme süreci olarak uygulandı. Sürekli göçler, kültürlerin ve dillerin parçalanması, başkalaşma, yozlaşma v.s küresel patronların dünyaya dayattığı bir durum. Toplumun içini boşaltarak tek tipleştirme ve kendi ürününü pazarlama stratejisinden herkes gibi Abdallar da payını aldı. Bir de Abdallar için özel bir durum var. Ekmeği kaybettiler. Eskiden köy düğünleri üç gün, yapanın durumuna bağlı olarak bir hafta sürerdi. Bu düğünlerde müziği Abdallar yapıyordu. Ciddi şekilde ekmeklerini kazanıyorlardı. Zamanla salon düğünleri çoğaldı ve düğünlere piyanist şantörler girmeye başladı. Köylüler bile dans etmeye başladı. Abdalların rolünü piyanist şantörler kaptı. Bu şekilde ekmeklerini kaybedince kendi topraklarından çıkıp başka memleketlere göç ettiler. Baktılar ki bu yol yol değil, artık geçim sorununu çözmüyor, yeni yetişen nesiller bu sanata meyletmedi.



Ama bir yandan da konservatuvarlarda –sizin hoca olduğunuz İTÜ başta olmak üzere- gençler , eğitimli müzisyenler daha fazla Neşet Ertaş’ı, Abdal müziğini çalıp söylüyorlar?
İşin güzel tarafı bu zaten. Evet Abdal müziği kendi alanında bitti. Ama entelektüeller Neşet Ertaş’ı keşfetti. 2000’erden itibaren başlayan süreçte üniversiteliler akın akın O‘na doğru koştular. Özellikle bizim konservatuarımızda baş referanslarımızdan biri Neşet Usta. Gençler özellikle O’nun tavrını öğrenmek istiyorlar. Elinde sazı olan, türkü söylemek isteyen gençler için Neşet Ertaş’ın tavrı aşılmaz bir zirve olarak duruyor. Bana göre de bu müziğin kurtuluşu buradadır. Artık entelektüelin sahip çıkması gerekiyor.



Bu kitabı yazmaya ne zaman başladınız, ne kadar sürdü?
16 yıl önce başladım. Hiç acele etmedik. Üstad da acele etmedi ama gözümün içine bakıyordu artık bitsin diye. Ancak ne yapmak istediğimi biliyordu. O’nun beklentisi şiirlerinin, türkülerinin notalarının bir kitap içinde toplanmasıydı. Bütün beklentisi buydu. Neşet Ertaş’ı anlamak ve anlatmak lazımdı. Bu da çok büyük bir çalışmayı gerektirdi. Üstad’a soruyordum, şu eser senin mi mi diye bir sahibi çıkmazsa benimdir, diyordu. Ya da kaç eserin var diye sorardık, halkımız ne kadarını benimsemişse şeklinde yanıt verirdi. Ardına hiç düşmemiş. Yıllar yılı o plaklar çoğaltıla çoğaltıla, firmalar arası geçişlerle öyle bir hal almış ki…Eserleri paramparça edilmiş başkaları üstlerine kaydetmiş. Kalan müzik eserlerini meslek kuruluşuna kaydederek ve albümlerini bir araya toplayarak büyük ölçüde kontrol altına alındı...




Bu Röportaj 30 Mart 2013 tarihli Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır
 

 

23 Mart 2013 Cumartesi

ONURLU YILLARIMIZ

Onur Akın, sanat yaşamının 25’inci yılında. 25’inci sanat yılı nedeniyle “Onurlu Yıllar” adıyla bir albüm hazırlandı. Albümde, değişik müzik türlerinden gelen sanatçılar Onur Akın’ın 25 eserini seslendiriyor. Müslüm Gürses’ten Edip Akbayram’a, Işın Karaca’dan Kubat’a, Hayko Cepkin’den Yavuz Bingöl’e kadar birçok sanatçı dillerden düşmeyen Onur Akın eserlerini kendi tarzlarıyla yorumluyorlar. Rutkay Aziz ve Yılmaz Erdoğan ise şiir yorumlarıyla bu çalışmadaki yerlerini alıyorlar.


Albümün afişine baktığımda “vay be, yirmi beş yıl mı oldu” diye söylenirken buldum kendimi… Çünkü Onur Akın’ın 25’inci sanat yılı, ömrümüzün de son 25 yılı demek.
Lise, üniversite yıllarımızdan bugüne geçen 25 yılımızın fon müziği gibi Onur Akın’ın şarkıları.

“Onurlu Yıllarımızın” başlangıcı olarak ilk kez bir Onur Akın şarkısını ne zaman dinledim diye hatırlamaya çalıştım.

1990’ların başıydı. Doğunun küçücük bir ilinde yatılı lise öğrencisiydim. Çarşı izinlerimizde dükkan önlerindeki hasır taburelere oturur, kaçak çay içerdik. Zaten başka da yapacak pek bir şey yoktu. Bu çarşı izinlerinin birinde oturduğumuz kaldırımın başındaki kırtasiye-kaset  dükkanından ruhumuzu kavrayan bir şarkı yükseldi. Martı, dalga seslerine karışan keman esintisinin ardından değişik bir akortla çalınan bağlama… Anında dilimize dolanacak tınısıyla yumuşak bir ses içimizi yakan özlemi dışa vuruyordu: “Uzaktan seni düşünür, düşünürüm, İstanbul…”


Değil İstanbul, Elazığ’ın batısına geçememiştik henüz. Bıktırıcı yatılı okul yıllarına, içimizi yakan bu özlemin yüzü suyu hürmetine katlanıyorduk. “İstanbul ve Üniversite”. Gün gelecek İstanbul’da üniversite  okuyacağız.

Ertesi hafta çarşı izninde yine aynı yere oturdum çay içmek için. Kırtasiye-kaset dükkanında başka bir müzik çalıyordu. Biraz sonra dükkana girdim. Bir iki ufak tefek kırtasiye malzemesi alırken dükkan sahibiyle sohbeti kurduk. Geçen hafta şöyle bir şarkı çalıyordu diye sohbetin yönünü çevirdim. “Grup Baran” dedi. Kırtasiyeci abi hafif sorgular gibi sorular sorduktan sonra üst rafların arka tarafından bir kitap çıkarıp verdi. Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı. “Bu kitabı oku. O şarkının sözleri Vedat Türkali’nin bir şiirinden alınmış,”  dedi. Bir haftada kitabı okuyup geri götürdüm. Artık aklımda Vedat Türkali, Onur Akın isimleri, kalbimde ise yoğunlaşmış, tutkuya dönüşmüş özlemler vardı.


Onur Akın, Vedat Türkali’nin şiirini değil adeta romanını bestelemişti. Bekle Bizi İstanbul şarkısı Bir Gün Tek Başına’nın duygusal yapısıyla o kadar iyi örtüşüyordu ki. Hele roman kahramanı Kenan’ın üniversite öğrencisi sevgilisine “bekle bizi İstanbul” şiirini okuduğu sayfada kitap adeta müzik çalara dönüşüyordu. Devrimci Gençlik Romantizmi ile Üniversite Romantizmi, İstanbul özlemiyle buluşup, aşka ve kavgaya dahil olma duygusu içimizi kıpır kıpır ediyordu. Taşrada, kenarda, sınırlandırılmış, kıstırılmış bu hayat artık bize yetmiyordu. Biz de o büyük kentin büyük meydanlarında yürümeli, özgürce doyasıya tartışmalı, “haramilerin iktidarına” karşı mücadele ederken roman kahramanı Günseli gibi sevgililerimiz olmalıydı.

***
Vedat Türkali’nin “yüreklere yazılan” şiiriyle müzik yeteneğini birleştirip sağlam adımlarla yola çıkan Onur Akın, şiir ve müziğin birlikteliğini daha da genişleterek sürdürdü. Öyle ki Akın’ın albümleri adeta “Türk Şiiri Antolojisidir”.

Attila İlhan, Ahmed Arif, Nazım Hikmet, İlhan Berk, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, A Kadir, Enver Gökçe, Cahit Sıtkı, Yılmaz Erdoğan, Arkadaş Z. Özger, Küçük İskender, Ahmet Erhan, Yılmaz Odabaşı, Ahmet Telli, Ahmet Can Akyol, Aydın Öztürk, Hayrettin Horoz, İbrahim Karaca…
Daha da sayabiliriz. Türkiye’de bu kadar çok ve değişik tarzlarda şairlerin eserlerini besteleyen başka müzisyen var mıdır? Sanmıyorum.
Üstelik bir iki örneği dışarıda tutarsak (33 kurşun gibi) şiir besteleri son derece başarılıdır.



Şiirin kendi iç müziğini yakalamakta Onur Akın’ın şiire, şairlerin dünyasına olan düşkünlüğünün önemi büyük. Hatta Yılmaz Odabaşı, Aydın Öztürk, A. Can Akyol gibi şairlerin eserlerini bestelerken bu şairlerle birlikte çalışmış, şairin iç sesini kendi müziğine katmayı özellikle önemsemiştir.
Onur Akın’ın eserlerini bestelediği şairlerin Türkiye sol dünyasının siyasal, duygusal kodlarını barındırmasının da O’nun kitlelerle buluşmasını kolaylaştıran önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum.

***
Onur Akın ile yatılı okulda kasetçi dükkanında başlayan gıyabi tanışıklığımız liseden sonra da devam etti. 1995’te İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a geldim. Bekle Bizi İstanbul şarkısını dinlerken kurduğum hayaller gerçek olmuştu.
O yıl çıkan “Nereye Ey Güzel İnsanlar” albümüyle Onur Akın adeta ikinci bir patlama gerçekleştirmişti. “Bekle Bizi İstanbul gibi güçlü bir eserin gölgesinde kalmamış, dinleyicideki beklentiyi karşılayacak sıçramayı gerçekleştirmişti. Nazım Hikmet – İlhan Berk şiirlerinden harmanladığı “Seviyorum Seni” “Gaybana Geceler” dönemin ruhunu dile getiriyor, dillerden düşmüyordu.


 

Türkiye’nin “zor yılları” 90’ların ortasıydı. Doğuda boşalan köylerden kentlere doluşan kitleler, sayısı giderek artan özel radyoların sağladığı iletişim ve erişim olanakları, bu gelişmelere bağlı olarak açılan türkü barlarda Gaybana Geceler, Seviyorum Seni eserleri sırt sırta vermiş farklı insanlarca kitlesel olarak söyleniyordu.
“Kent Sürgünü” bu kitleler için Onur Akın artık bir “Kent Ozanı”ydı.

Sanki benim hüznüm bana az mıydı
Bir de kaçar göçer oldum ben benden
Hiçbir yere sığmadı bu yüreğim
Adım kent sürgünü kaldı bu yüzden


Bizim fakültede ise Onur Akın ayrı bir dikkat ile takip ediliyordu. Çünkü bizden iki  dönem önce Onur Akın da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olmuş, ilk eserlerini bu fakültede bestelemiş, şimdi bizim “takıldığımız” Süleymaniye Kafeleri, Beyazıt Sahafları, Kocamustafapaşa Öğrenci Evlerinde şarkılarıyla aramızda olmaya devam ediyordu.

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı


Öğrenci gençliğinin 12 Eylül’den sonra yeniden küllerini silkeleyip örgütlendiği, forumlar, paneller düzenlediği, üniversite ortamında “Bekle Bizi İstanbul”, “Nereye Ey Güzel İnsanlar”, “Özgürlüğü Anımsatır” şarkıları marş gibi söyleniyordu. Solcuyduk, aynı zamanda aşıktık. Solculara yakışacak bir romantizm arayışımız da yok değildi hani. Seviyorum Seni tam da aradığımız şarkıydı.
Seviyorum seni
Ekmeği tuza banıp
Banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
Ağzımı dayayıp musluğa
Su içer gibi

diye seslenirken  sevgilimize,  “devrimci aşkı”  hafifletmiyorduk. Ne de olsa Nazım’ın şiiriydi. Sakallı, elinde bağlamasıyla Onur Akın söylüyordu. Biçim de içerik de devrimciliğe uygundu. Daha ne olsundu.
Sadece üniversite gençliği ve kent sürgünleri  mi..?
Onur Akın yaygın şekilde dinleniyordu. Ancak dinleyici kitlesinin somutlaşması kendi içinde tarif edilmesi de zordu. Kendisinin de bir söyleşisinde belirttiği gibi herkes dinliyordu. Fakat, “evet bunlar Onur Akın dinler” dediğimiz bir tipolojisi yoktu bu kitlenin. Akın’ın örgütlere ve fraksiyonlara bağlı bir sanatçı olmamasının da bunda bir etkisi vardı. Bir bakıma tüm solun “üst kimlik” olarak kabul ettiği bir sanatçıydı.



1997’de Onur Akın’ın Aşk Bize Küstü albümü çıktığında artık bir radyoda çalışıyordum. Radyonun günlük istek saatlerinde Onur Akın eserleri mutlaka ilk beş sırada yer alırdı. Öğrenci, işçi, ev kadını, taksici, radyoyu arıyor, ya “Seviyorum Seni”yi, ya  “Gaybana Geceleri” ya da “Bekle Bizi İstanbul”u istiyordu.
Bir yandan da Türkiye “uğursuz 90’lar”ın sonlarına doğru ilerlerken çatışmalar, faili meçhuller suikastlar, krizler içinde boğuluyordu. Özlem ve hayallerle büyük kentlere doluşan bizler kentlerin kenar duvarlarına çarpmış biraz yaralanmıştık. Umut ile umutsuzluğun iç içe geçtiği toplum psikolojisini Onur Akın şarkılarının yanı sıra albüm kapağında şöyle ifade ediyordu:
“İnsanın görülmemiş derecede küçümsendiği ve çaptan düşürüldüğü günümüzde kişinin en ivedi ve soylu görevi olayları şarkılaştırmak olmalı. Kuşkusuz bir gerçeğin bilincine varacak, insanın insanca özüne ve onun bülbülleri bile susturabilecek orkestrasına katılma yürekliliği gösterecek hayli insan var”

***
Ve…2000’ler…
90’ların sonlarına doğru toplumda beliren umut umutsuzluk ikilemi, 2000’lerde artık bir yorgunluğa dönüşüyordu. Onur Akın da, onunla yola çıkan bizler de büyümüştük. 12 Eylül sonrası tekrar canlanan devrimci-üniversite-kent romantizmi sönmüştü. Onur Akın da kendi deyimiyle “yüreğe aracısız, dolaysız, direkt, vizesiz giren bir mesaj” ile çıkıyordu yine.
"ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın
yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrümün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın   

Derken, günümüze kadar devam eden hala içinde bulunduğumuz son 10 yıl…
Bazen, “memleket isterim, ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; kardeş kavgasına bir nihayet olsun, diyerek, bazen “Mor Bir Hüzün” içinde , “O sonsuz aşkımızdan geriye ah ne kaldı, Sen gittin, bana senden kanayan yaram kaldı” diyerek, geçip giden yıllar.


***
Şimdi Onur Akın, 46 yaşında sanat hayatının 25’nci yılında. Türk şiirinin unutulmaz şiirleri yüzlerce şarkısıyla buluşup yüzbinlerce kişiye ulaşmış, toplumun ortak duygu hafızasına kazınmıştır. Bizim gibi 90’larda  gençlik ve öğrencilik dönemlerini yaşayanların  “yitik ama onurlu” yıllarına şiirle, şarkıyla eşlik edip, duygularımızı estetize etti.  Lise yıllarımızda devletin himayesindeki Hizbullahçılar yanıbaşımızda arkadaşlarımızı satırla vuruyordu, Üniversitede ise, Onur Akın’ın Antolojisindeki büyük şairimiz Enver Gökçe’nin dizelerinde söylediği gibi:


“Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler”
Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber Şah-ı Merdan
"Tanrı Dağı kadar Türk’tü bunlar
Hıra Dağı kadar Müslüman."
Ve de kanlı bıçaklı düşman


Gazeteciliğe ilk başladığımızda ise arkadaşımız Metin Göktepe İstanbul’un ortasında dövülerek öldürülüyordu. Solcu gençler ise her zaman ki gibi daha eşit, daha adil, bir dünya için mücadele ederken şiirden, müzikten, sanattan kopmadı. Belki vurularak kaybettiler ama onurları tertemiz kaldı. Yeni bir dünya istemini dile getirmek, umutlu olmak için az şey değil.  Bir de 90 yaşını geride bırakan Vedat Türkali’nin yeni bir roman yazdığını bilmek, Bir Gün Tek Başına’yı 25 yıl sonra hala zevkle okumak, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Ahmed Arif, Yılmaz Odabaşı, Ahmet Telli şiirlerinin varlığını hissetmek, Onur Akın’ın yeni şiirlere yeni ezgilerle can vermesini beklemek. Az şey  değil,  “Bekle bizi” diyebilmek…

Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle
Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi
İstanbul
Haramilerin saltanatını yıkacağız
Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul
Sen bize layıksın bizde sana İstanbul









Bu yazının kısaltılmış hali Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır...

9 Mart 2013 Cumartesi

CHAVEZ BİZE NE BIRAKTI..?

“Halkımızı sindiren tüm zincirleri, açlık, yoksulluk ve sömürgecilik zincirini kırmadan önce istirahate çekilmeyeceğiz. Ya bu ülke özgür bir ülke olacak, ya da onu özgürleştirmeye çabalarken öleceğiz."-Hugo Chavez-



Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ölümü, sadece kendi ülkesinde ya da Latin Amerika’da değil, İran, Suriye, Kuzey Kore, Çin, Rusya başta olmak üzere bir çok ülkede üzüntüyle karşılandı.

Kuşkusuz başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere İngiltere, İsrail gibi emperyalist ülkelerin yönetimleri ise bu ölüm haberini sevinçle karşılamışlardır.


 Peki ya Türkiye..?

Sağ-Muhafazakar siyasetin görüşünü her zamanki sığlığıyla AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik açıkladı. “Büyük bir petrol ülkesi olmasına rağmen Venezuelalılar açlık içinde yaşıyormuş” da, umarız,bu güzel ülke,Küba modelinden yakasını kurtararak demokrasiyle yola devam eder” miş. Hüseyin Çelik, Venezuela’ya demokrasi dileyen bu açıklamasını siyasi patronu başbakanın basını susturma emirleri yağdırdığı bir günde yapıyordu.

Hüseyin Çelik perdeyi açınca,  Amerikancı, sağcı, liberal ne kadar isim varsa sosyal medyadan akın ettiler. Chavez diktatörmüş, Chavez popülistmiş. “Başbakan Erdoğan bugün emretsin, yarın Milliyet'i kapatırız, diyen bir patronun gazetesinde yazan Kadri Gürsel diktatör olarak nitelediği Chavez’in arkasından gözyaşı dökenleri cahil olmakla itham ediyordu. Bir zamanlar liberal, sonra ulusalcı takılan ama ODA TV operasyonu yapılınca korkudan kapağı Amerika’ya atan Oray Eğin de atlantik ötesinden nefretini kusmakta gecikmiyordu.

Hüseyin Çelik, Kadri Gürsel, Oray Eğin gillerin sağcı,Amerikancı, liberal,cahilce fikir kusmuklarına sabah sabah daha fazla maruz kalmamak için çektim sosyal medyanın sifonunu çıktım. İşe gelince Venezuela’nun uluslararası yayın yapan TeleSUR kanalının Türkiye muhabiri Lucas Fariyoli’yi aradım. Anne tarafından Arjantin, baba tarafından İspanyol olan Lucas İngiltere’de eğitim görmüş. 3 yıldır da Türkiye’de gazeteciliğin yanısıra Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yapıyor.

Chavez’in Latin Amerika, Avrupa ve Türkiye’de nasıl algılandığı üzerine sohbet ederken Bolivarcı Liderin Türkiye’de pek bilinmediğini söyledi. Chavaz’e sempatiyle bakan, seven, destekleyen sol çevrelerin bile bu küresel lideri çok az bildiğini vurguladı.

Son seçimleri yerinde  izleyen ve Chavez’in zaferine tanıklık eden Yüksel Kılınç ile İbrahim Aydın’ın, Yön Radyo , Yurt ve Birgün Gazetelerindeki yayınlarını takip ederken de 21’nci yüzyılın bu ilk devrimini yeterince kavramadığımızı hatta ülke olarak ıskaladığımızı  fark etmiştim. İşte bu düşüncelerle Venezuela ve Chavez hakkında öğrenmemizi, bilgilenmemizi sağlayacak kaynakları bir kez daha gözden geçirdim.

Özellikle “kitap yayını” alanında sınırlı sayıda kaynağın olduğunu belirterek durumu özetlemeye çalışayım.

İlk sıraya “Hugo Chavez Venezuela Devrimini Anlamak” adıyla Güncel Yayıncılık’tan çıkan Marta Harnecker’in kitabını koyabiliriz. Samir Amin, kitabın önemini şu cümlelerle anlatıyor. Hugo Chávez Frias, bu uzun söyleşiyle kafa karışıklığına ışık tutmayı amaçlıyor. Chavez´in bu devrimci süreçte oynadığı başat rol ve halk içindeki tüm sınıflardan aldığı muazzam destek, bu kitabı daha da önemli hale getiriyor.“

Kaynak olarak başvurabileceğimiz bir başka kitap ise Richard Gott’ın “Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim” adlı kitabı. Yordam Kitap tarafından yayınlanan İngiliz Gazeteci Richard Gott’ın bu titiz araştırması yine aynı özenli çeviriyle okuyucuya sunuluyor.

Eva Golinger’in dünya çapında yankı yapan kitabı “Chavez Şifresi”,  ABD’nin,  çıkarlarına aykırı bulduğu bir yönetimi devirmek için her türlü antidemokratik yolu denemekten çekinmediğini belgelerle ortaya koyuyor.Günün birinde bu dünyanın düzeni değişirse, sadece bu kitap bile süper güç Sam Amca’nın yoksul Venezuela halkına karşı işlediği suçların iddianamesi olabilir.

Cüneyt Akalın’ın Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan “Bolivar'dan Chavez'e Latin Amerika” adlı kitabı ise Chavez’i ve Venezuela Devrimi’ni daha başka pencereden görmemizi sağlıyor. Chavez sosyalist mi, komünist mi, küçük burjuva devrimcisi mi gibi alışıldık tartışmalar süredursun Cüneyt Akalın bize Chavez’in dayandığı tarihsel kökleri anlatıyor. Ulusalcılık, yurtseverlik  milliyetçilik, tartışmalarının yapıldığı günümüz Türkiye’sine de ışık tutacak çarpıcı ayrıntılarla dolu kitap.

Ve…Su gibi akan, elinize aldığınızda roman gibi okuyabileceğiniz başka bir yerli kitap, Gazeteci-yazar Ece Temelkuran’ın 2006 yılında yayınlandığında yankı yapan “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” adlı kitabı.Temelkuran Venezuela’da geçirdiği günlerdeki izlenimlerini bizimle paylaşırken Venezuela’nın ara sokaklarına, yoksul insanlarının dünyasına bu yoksul dünyadan bir devrimin doğuşuna doğru sürüklüyor, bizi.

Kitaplarla ilgili son bir not: Nazım Kitaplığı’ndan yayınlanan “Venezüella'da Neler Oluyor? Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim” adlı derleme  Chavez’in dünya sol ve devrim hareketi için ne anlam ifade ettiğini merak edenler için iyi bir başlangıç kitabı olabilir. 

***

 İletişim olanaklarının oldukça fazla olduğu günümüzde sadece  kitaplarla yetinemeyiz. İnternet ortamında da gözlem, makale, röportajlardan oluşan oldukça zengin kaynakların bulunduğunu belirtelim. Üç internet sitesini özellikle vurgulamak gerekir. www.sendika.org, www.sol.or.tr ve Latin Amerika Haber Ajansı’nın Türkçe internet sitesi  www.plturkce.org

***

Evet Hugo Chavez artık yok. Daha eşit, daha adil daha yaşanılabilir bir dünya kurmak isteyenlere büyük bir miras bıraktı. Bu mirası yoksulların, ezilenlerin, işçilerin, işsizlerin yararına sunabilmek nasıl bir gerçekliğe dayandığını kavramaktan geçer, öncelikle.  21’nci yüzyılın ilk devrimini ve lideri Chavez’i liberallerden,sağcılardan,Amerikancılardan öğrenecek halimiz yok.Yüzümüzü bilinçle, umutla, döneceğimiz Chavez gerçeği gün gibi önümüzde duruyor. Ve unutmamak lazım: “ Gerçekler Devrimcidir”  

2 Mart 2013 Cumartesi

KENDİ KRALLIĞINI YIKAN, İNSAN YILMAZ GÜNEY


 "sanatın apolitik olması egemenlerle işbirliği    yaptığı anlamına gelir" - Bertolt Brecht-

80’li yılların sonlarıydı. Yatılı bölge okulunda ortaokul öğrencisiydim. Video furyası sürüyordu. Kasabadaki videocudan en çok Cüneyt Arkın ile Bruce Lee filmleri kiralanırdı. Yılmaz Güney ise yasaklıydı. Bir toplama kampını andıran yatılı okulda Yılmaz Güney videosunu alıp topluca seyretmek hayaldi. Ancak ortada ilk bakışta tuhaf denebilecek bir durum vardı. Okulun erkek öğrencileri “Yılocular” “Cinocular” diye neredeyse ikiye bölünmüştü. Bir tarafta televizyonda, videoda filmleri gösterilen Cino (Cüneyt Arkın) diğer tarafta yasaklı olan Yılo… (Yılmaz Güney). Nasıl oluyor diyeceksiniz, şöyle oluyordu: Kasabanın kenar sokaklarının birinde küçücük bir dükkan vardı. Çay, oralet, (oralet var mı hala),ayran tost bulunurdu. Bir kaç çeşit de yemek olurdu. Hafta sonu çarşı izninde Yılocular bu dükkana doluşurdu. Tahta taburelerde oturur, oldukça yükseğe kurulmuş televizyonda Yılmaz Güney filmlerini  videodan izlerlerdi. Daha doğrusu izliyorlarmış çünkü ben daha görmemiştim. Anlayacağınız hiçbir filmini görmeden ben de Yılocu olmuştum. Bir gün okulun koridorlarında hızla bir “kasaba efsanesi” yayıldı: “Cüneyt Arkın ile Yılmaz Güney  Boğaz Köprüsü’nde buluşup teke tek kavga etmişler. Yılo bir yumrukta Cino’nun burnunu dağıtmış. Cino’nun burnu bu nedenle yamukmuş. ( işin gerçeği Cüneyt Arkın 1960’lı yıllarda bir burun ameliyatı geçirmiş) Biz Yılocular kendimizi bu efsaneye öyle kaptırdık ki çarşı izninin gelmesini dört gözle bekleyip bir Cumartesi öğle sonrası kendimizi küçücük video dükkanına atıverdik. Yalnız video seyretmek için bir şeyler yiyip içmek şarttı. Parayı anca denkleştirip beş kişi bir tabak kuru fasulye aldık. Beşimiz bir yandan ekmek banıp aynı tabaktan fasulye yiyorduk, bir yandan da videodan Yılo’nun filmini seyrediyorduk. Yılmaz Güney yasaklı olduğu için yaptığımız bir bakıma illegal bir eylemdi. Eylem gözcüsü niyetine sokağın girişinde bir kişi beklerdi. Polis o yöne doğru gelince haber verirdi.  Hemen Yılmaz Güney filminin video kaseti çıkarılır Küçük Ceylan’ın filmi konurdu videoya. Polis gidince tekrar Yılmaz Güney kaseti battaniyenin altından çıkarılır videoya konurdu. Bu şekilde film birkaç kez bölünürdü. Üstelik her seferinde film nerede kalmıştı diye,  ileri geri dakikalarca sarıp dururdu dükkanın bir gözü kör şişko sevimli sahibi…

***

Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” kitabının daha kapağına bakar bakmaz çocukluğumdan kalan işte yukarıdaki bu hikayeyi hatırladım. Şehmus Güzel’in kitabının ilk baskısı  1994 yılında yayımlanmış. Kaynak Yayınları  kitabın ikinci baskısını “İz Bırakanlar” serisinden kısa bir süre önce tekrar yayımladı.

İyi ki de yayımlamış. Çükü bu kitap Yılmaz Güney hakkında yazılan en objektif kitaplardan biri. Belki de birincisi.

Kendisi de Fransa’da yaşayan Şehmus Güzel, Yılmaz Güney’i 1950’li yıllardan itibaren ölümüne kadar edebiyat, sinema, sanat çevrelerinde ve hapishane yıllarında tanımış Ali Dede Altuntaş, Erdem Buri, Tülay German, Mehmet Güven, Ali Bucak, Kazım Binali Akpınar, Bekir Yunus Dost, Necdet Nakiboğlu, Yılmaz Sağlıkçı, Erdoğan Sezgin, İsmail Yıldırım, Mehmet, Koç Doğan Yurdakul, Abidin Dino, Marie Christine Malbert  ile saatlerce, günlerce süren söyleşiler yapmış.

 
Yılmaz Güney hakkında yazılan kitapları titiz bir şekilde okuyup inceleyen Prof. Güzel, “İnsan Yılmaz Güney”i  bize sunarken zengin ve değişik açılardan anlatımlara yer veriyor. Bizi Yılmaz Güney’in iç dünyasına doğru çekiyor. Bunca filmin, hikayenin, senaryonun arkasındaki sırrı anlatıyor. Tam anlamıyla Yılmaz Güney gerçeğiyle baş başa bırakıyor okuyucuyu.

***

Peki, nedir Yılmaz Güney gerçeği ve bu gerçek günümüz dünyasında ne ifade ediyor. Geçerliliğini koruyor mu? Hemen yanıt verelim: Evet koruyor.

Ölümünün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen gencinden yaşlısına neredeyse tüm kuşakların belleğinde hala dipdiri varlığını sürdürüyor Yılmaz Güney. O, yaşamını yitirirken  daha doğmamış olan ve şimdi 30’lu yaşlarına girmiş nice insandan tutun da üniversite, lise öğrencilerine kadar milyonlarca gencin dünyasında heyecan fırtınaları yaratmaya devam ediyor.

Günümüzün sanat, siyaset, toplumsal sorunları hakkında Yılmaz Güney’in enerjisi, duruşu, çalışkanlığı hala gün gibi taze. Deyim yerindeyse “modası geçmemiş” geçmeyecek bir sanatçı, bir devrimci, bir aydındır Yılmaz Güney. Her türlü yasaklama, karalama, yok etme çabalarına rağmen sağcı iktidarlar O’nu halkın gözünden düşüremediler. Marjinalleştiremediler.

İşte Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” kitabı Yılmaz Pütün’ün Yılmaz Güney’e dönüşmesini anlatıyor. Duygularının, ilişkilerinin, sevinçlerinin, kızgınlıklarının, kısacası  kişiliğinin kılcal damarlarına çekecek ayrıntılar sunuyor bize.

Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımızda 47 yıllık ömrünün dörtte birinden fazlasını hapiste ve sürgünde geçirirken nasıl oluyor da bu kadar üretebiliyor. Bu kadar insanı tanıyabiliyor, etkileyebiliyor, örgütleyebiliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Evet, nasıl oluyor?

***

Bir kere Yılmaz Güney’in büyük bir üretme enerjisi var. Bu öyle bir enerji ki  yetenek ve çalışkanlıkla harmanlanmış, atak, cesur kişiliğinin derinliklerinde büyük bir özgüvene dönüşmüştür. Günümüz aydınının yorgun, içe dönük, bohem yaşamının tam tersidir Yılmaz Güney’in üretme becerisi. O’nda edebiyat, sinema, siyaset bir tutkudur.

  “Hayatımız,  farkına varmadığımız binlerce hikaye, binlerce film ile dolu. Onları, kimsenin göremediği,  ya da önemsemediği şeylerin filmini yapacağım sevgili”

Yoksul bir ailede dünyaya gelmiş, yoksul bir çevrede büyümüş, ama bu yoksulluğu büyük bir zenginliğe çevirmeyi başarmıştır. Halkı kategorize etmeden, itelemeden, ayırmadan… İçten gelen bir duyguyla sevdiği halk da O’na bu sevgisini misliyle geri vermiş, karşılıklı sevgi artarak büyümüştür. Dönemin Adalet Partisi’nin kalesi olan Isparta’da bile O’nun halka, halkın O’na olan sevgisinde bir azalma olmamış.

 “Ortaokul, ilkokul çocukları toplanıp ziyarete gelirdi. Davraz Mahallesi’nin kadınları börek, çörek yapar getirirlermiş. Isparta gibi bir yerde kadınların bunu göze alması bence önemlidir.”

(…)”Bu arada 25 yıllık sivil polis Sabri de Yılmaz Güney’i ziyarete gidiyor. Yılmaz Güney’e durum anlatılıyor. O Sabri’yi alaya alıyor. Daha sonra Sabri emekli olunca bir halı emanet deposu açıyor. İsmi: Güney”

Ancak, Yılmaz Güney’in halka olan sevgisi körü körüne bir sevgi değildir. Aşama aşama gelişen bilinciyle sevgisini birleştirmesini bilmiş, bu bilinç halkı bütün gerçekliğiyle kavramasını sağlamıştır. Evet halk için mücadele etmiştir ama kafasında yarattığı, idealize ettiği hatta günümüzde bazı sol çevrelerin kutsallaştırdığı, bazılarının ise aşağıladığı bir halk değil bu. İşçi, memur, öğrenci, lümpen, kabadayı, burjuva, aydın… Herkesle ilişki kurmuş herkesin dünyasına girmiş, herkesi dinlemiş, etkilemiş, etkilenmiş.

“Güçlü sezgileri ve duygularıyla hayatı, hayatın işleyiş yasalarını, en can alıcı yanlarından yakalıyor, kavrıyor, aktarıyordu. Güçlü gözlemciliği sayesinde yaşamın gerçekliğiyle hep iç içe oluyordu. O her yarattığı eserinde daima yaşanandan yola çıkacak, toplumsallığı, bilimselliği ve sanatsallığı birlikte yoğuracaktı”

İşte bu özelliğidir ki Yılmaz Güney’i halkın gözünde Kral (Çirkin de olsa Kral) mertebesine çıkarmıştır. Türkiye nüfusunun 30 milyon olduğu 1968’de ‘Seyithan’ filmini 8.5 milyon kişi izlemiş, Yılmaz Güney adeta bir halk hareketine dönüşmüştür. 

Ancak, Güney, büyüyen bu sevgiyi niteliksel olarak irdelemiş, gerektiğinde halkın beğeni ve isteklerine karşı durması gerektiğini de kavramış, cesur davranmıştır. Kendi krallığını kendisi yıkmış, “İnsan Yılmaz Güney” olmuştur. Yeni bir anlayış, yeni bir tarz, yeni bir gerçeklikle yola devam etmiş, eskiyi yıkmadan yeniyi yaratamayacağı bilinciyle yepyeni bir hayat kurmasını başarmıştır. Bunu da yine sinemasıyla yapmıştır. ‘Arkadaş’ filmi ile “Çirkin Kral” efsanesini adeta yerle bir etmiş, filmin kadın karakterinden dayak yemesi halkın gözündeki kabadayı, maço Yılmaz imajına atılan bir dayak olmuştur.

İnsan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı geldiğim yeri. İyi şeyler yanında çok kötü huylar edindiğimi, basit bir takım kurgular içinde olduğumu huzursuzluk kaynaklarımı, hepsini biliyorum. Bunları çok kısa zamanda düzeltmem mümkün mü değil mi, zamana kalmış.

Yılmaz Güney, sanatsal yaşamında dünya çapında başarılar elde etti. Sinemasını, okuma yazma bilmeyen ev kadınından, Paris’teki profesöre kadar her kesimden milyonlarca kişi izledi, benimsedi, sevdi. Güney, “devrimci sanat” nasıl olmalı, sanatı kitleleri etkilemek için nasıl kullanmalı, sanatı “devrim yolunda” bir araç haline nasıl getirmeli gibi, sol-Marksist çevrelerde üzerine kafa yorulmuş bir çok soruya sinemasıyla net yanıtlar verdi.

Sadece bir aktör, bir oyuncu, bir yazar olarak değil, aktif bir devrimci olarak da mücadeleye atıldı. Bugün hala solun en büyük sorunlarından olan bölünme, parçalanma, fraksiyon ve hiziplere ayrılma konuları üzerine büyük çabalar içine girdi. Solu bütünleştirme, bir araya getirme gibi bir misyon edindi adeta.

Mahir Çayan ve grubu ile yakın ilişkileri vardı. TKP-ML Genel sekreteri Süleyman Cihan ile İmralı Adasında birkaç kez görüşmüştü. Ama seçimlerde Ecevit’in desteklenmesi gerektiğini belirtecek kadar da sola bütünlüklü, genel ve şablonlardan uzak, gerektiğinde pragmatik bakabiliyordu.

Güney’in günümüze ışık tutacak siyasal davranışlarından biri de Kürt sorununa bakışıdır. Güney, baba tarafından Zaza-Anne tarafından Kürt’tür. Fransa yıllarında Paris Kürt Enstitüsü’nün kuruluşuna katılmıştır. Ancak etnik kimliğini hiçbir zaman sol, devrimci kimliğinin önüne geçirmemiştir. Kürtlerin “kendi kaderini tayin hakkını” ilkesel olarak savunmuş ancak pratik açıdan meseleye Ortadoğu halklarının ortak çıkarları temelinde ve  sınıfsal olarak bakmıştır.

“Ulusal nitelikli bir örgütlenme içerik olarak özellikle de bu koşullarda Burjuvazinin damgasını taşır. Burjuvazinin bağımsız örgütlenmesi, Kürt proletaryasının ve köylülüğünün de bu örgütlenme içinde bulunması burjuvazinin kuyruğuna katılması kendi sınıf çıkarlarını Kürt burjuvazisinin çıkarlarına tabi kılması anlamına gelir…

***

Evet, Türkiye’de sol, ilerici kesim özellikle son on beş-yirmi  yılda siyasal alanda büyük bir yenilgi aldı. Ama yılmadı, mücadeleye devam etti, ediyor. Bu mücadelenin ilerletilip bir iktidara dönüştürülmesi için toplumsal koşullar uygun. Ancak siyasetçi ve aydınlardaki yılgınlık, tembellik karamsarlık kitleleri de etkilemiş, milyonlarca insan adeta çıkışsız bırakılmıştır. Yılmaz Güney, solun bugünkü koşullarını aşması için de bize yol göstermeye devam ediyor.

‘Sürü’ filmine sinemalar tarafından ambargo uygulanması üzerine Güney, yer altı sineması projesini ortaya atmış, etkili kısa filmler çekerek mahallelerde duvara yansıtarak halk ile buluşmayı tasarlamıştır. (Şehir Tiyatroları’nın kapatılmasına karşı çıkan tiyatrocularımızın basın açıklaması yapıp dağılmalarına ne demeli?)

Yılmaz Güney, dünya çapında ünlü bir aktör iken Siverekli Öğrenciler Yardımlaşma Derneği’nin kurucusu ve başkanlığını yapmaktaydı. Öğrenci kantinlerinde, yurtlarında  gençlerle birlikteydi. (Tarikatılar, cemaatçiler gençlerin kafasını yıkadı. Eğitimi ele geçirdi diye ağlaşıp yerinde oturanlara ne demeli)

50 kişinin idam edildiği, yüzlerce kişinin işkencede öldüğü, her türlü örgütlenmenin yok edildiği 12 Eylül koşullarında ‘Yol’ filmi çekildi. Yılmaz Güney askerden ve cezaevinden film yöneten dünyadaki ilk, belki de tek yönetmendir. (AKP çok baskıcı, hatta faşist  diyerek köşesine çekilmeyi, küsüp bir daha üretmemeyi düşünenlere ne demeli?)

***

M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney, kitabının daha kapağını görür görmez, ilk kez Yılmaz Güney filimi seyrettiğim, çocukluğumdaki hikayeyi hatırladığımı yazının başında anlattım. O hikayenin ufak bir devamı daha var. Ortaokul, lise, üniversite ve meslek yaşamı derken yirmi yıl sonra o küçücük kasabadaki okuluma gittim. Harabeye dönmüş, yıkılmak üzereydi. İlçe merkezinde, tek tabak kuru fasulyeye beş “Yılocu”nun ekmek banıp yediği ve film seyrettiği eski video dükkanı hala duruyor mu diye merak edip baktım.

İnanmayacaksınız ama dükkan da, sahibi de yerindeydi. Video dükkanı zamana ayak uydurarak önce atari solunu, sonra internet kafe olmuştu. Ortaokul, lise çağındaki çocuklar bilgisayar başında gözleri ekrana çıkılı dalıp gitmişlerdi. Sokağın başında, polis geliyor mu diye gözcülük yapan da yoktu. Yılmaz Güney bir kez daha yasağı yenmişti. Posteri internet kafenin duvarında asılıydı. Aynen bugün milyonlarca facebook, twitter, cep telefonu kullanıcısının ve blog yazarının kişisel sayfalarındaki, ekranlarındaki  Yılmaz Güney fotoğrafları, filmleri, posterleri gibi.

“Gün Gelecek, dünya sinemasında sözü edilecek şeyler yapacağım. Yaptığımız filmler yıllarca afişlerde kalacak, çok sonra da gösterilmeye devam edecek. Hayata o kadar güvenle bakıyorum, geleceğin o kadar parlak olacağını düşünüyorum ki…”


 



Bu yazı 2 Mart 2013 tarihli Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.