Sanat

Tesadüfen Defne Ormanı’na Düştüm: Biutiful’du…

Pazar günü,  erkenden kalktım. İstanbul’un ancak Pazar sabahları tenhalaşan trafiğinde çabucak Taksim’e vardım.
Biraz sağa sola bakındıktan sonra yeni başladığım etkili konuşma ve anlatım  kursunda yerimi aldım.
Hoca ilk derste,  artikülasyonu anlatırken , pratik çalışmayı Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri ile yaptırdı.
Yıllar olalı okumadığımdan olsa gerek neredeyse unuttuğum bu şiir karşıma çıktığı için sevindim. Belki de sevdiğim bir şiiri tekrar keşfettiğim içindir ki ders oldukça zevkli geçti.
Önceden planladığım gibi kurstan sonra da sinemaya gidecektim.

Bileti aldım ama daha filmin başlamasına epey zaman vardı. En iyisi kurs notlarını ve kitapları taşıyabileceğim bir çanta alayım dedim.

Girdim, küçük bir dükkana…Tezgahtar genç ile pazarlık yaparken, “abi o fiyatın altına  düşemem ama istersen aynı markanın çakması var, daha ucuza alabilirsin” diyerek yeni seçenekler sürüyordu önüme.

Biraz da zaman geçsin diye,  tezgahtarla epey muhabbeti koyulaştırdıktan sonra ucuz olan çakma çantayı alarak çıktım.

                                                           ***

Sinemada,  “Paramparça Aşklar ve Köpekler” filmiyle gönüllerimizi fetheden

Alejandro Gonzalez Inarritunun Biutiful’u oynuyordu.
Javier Bardem v Maricel Alvarez,muhteşem oyunculuğuyla film hemencecik seyirciyi içine çekiyordu.
Yazının başlığında kullandığım “tesadüf”lerden ilkini filmin başlarında yaşadım. Barcelona’nın varoşlarındaki kaçak işçiler bir çanta imalathanesinde çalışıyorlardı. İnsanlık dışı koşullarda üretilen çantalardan biri  belki de az önce aldığım çakma çantaydı…Karanlıkta çantanın şekline bir kez daha bakmayı denedim ama filmin akışını  kaçırmaya başlayınca vazgeçtim.
                                                            ***
Film arasında fark ettiğim ikinci tesadüfle adeta sendeledim.
Tesadüfe bakın ki, bu film neredeyse birebir derste gördüğümüz Melih Cevdet’in şiirini anlatıyordu. Ya da şiir filmi…



köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için
felsefe yapıyorlardı, çünkü
ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
köle sahipleri veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.
Azgınlaşmış neo- liberal  düzenin sömürücü yüzünü yumruk gibi yüzümüze çarpan filmin ikinci yarısını seyrederken artık fonda bu şiir vardı.
Sadece şiir mi…?
Barcelona’dan, Mısır’a, Çin’den,  Türkiye’ye…Yeni dünya düzeninin en diptekilerinin hikayeleri filmle birlikte beyaz perdeye yansıyordu.
Inarritu, daha önceki gün Ankara OSTM’de kaçak işyerlerinde can veren 17 işçiyi anlatıyordu.
Inarritu , Mısır’da ABD destekli diktatörlüğün günde 2 dolara mahkum ettiği   40 milyon aç insanı anlatıyordu.
Inarritu , çalışma bakanının “güzel (biutıfıl) öldüler” dediği Zonguldak’taki 30 madenciyi anlatıyordu.
Inarritu, gösterişli kızların ve erkeklerin kı….ç..nı sallaya sallya giydiği jeanleri beyazlatırken genç yaşta ölüp giden kot kumlama işçilerini anlatıyordu.  
Inarritu, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde silahla vurularak öldürülen Kenya’lı Testus Okey’in katillerinin bir türlü bulunamamasını anlatıyordu.
Ve… Inarritu’nun tıkandığı yerde sözü Melih Cevdet Anday alıyordu:



köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapıyorlardı, çünkü
felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
felsefe veriyordu onlara.
ve yıkıldı gitti likya.



Bize demokrasinin, sosyal devletin, insan haklarının mabedi olarak sunulan Bercelona’nın , Paris’in, Londra’nın banliyölerindeki faşizmi anlatıyordu film..
Ve soruyordu beyaz perdeden Inarritu: Daha başkentlerinin arka sokaklarındaki milyonlarca aç insanı kölelikten kurtaramayan liberal- kapitalist batı, Mısır’a , Yemen’e, Tunus’a nasıl demokrasi götürecek..?
                                                           ***
Yazının burasında bir düzeltme yapmak istiyorum: Başlıktan itibaren kullandığım “tesadüf” kelimesini yok sayıyorum. Çünkü, Inarritu nun Biutiful’u, günümüz dünyasının gerçekliğini o kadar sade ve çarpıcı anlatıyor ki, herhangi bir günde ve günün herhangi bir saatinde filmden bir sahnenin karşımıza çıkmaması imkansız.
Nitekim, işe geldiğimde çalıştığım binanın yan tarafında her türlü güvenceden ve sosyal haktan yoksun Moğolisltanlı çocuklar neredeyse kilolarının iki katı ağırlığındaki moloz çuvallarının altında iki büklüm çalışıyorlardı. Inarritu’nun tek bir filmini seyredemeden, Melih Cevdet’in tek bir şiirini okuyamadan bu dünyadan göçüp gidecek çocuklar, kimbilir, belki de günde iki dolara 12 saat çuval taşıyorlardı.



felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
felsefesi. ve sahipsiz felsefenin
ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
ekmeğin sahipsiz felsefesini
felsefenin sahipsiz ekmeği.
ve yıkıldı gitti likya
.

hala yeşil bir defne ormanı altında.


Mutlu Aşk Yoktur, Başka Dilde Aşk Vardır...
1990 doğumlu olan bir kişi şu anda 20 yaşında. İnternetsiz, cep telefonsuz bir dünyayı bilmiyor...İlk adımlarını yeni iletişim olanaklarının şekillendirdiği bir dünyaya attı. Dolayısıyla günlük yaşamı ve zihinsel yapısını da bu dünya belirledi.

Sendika, Grev, Toplu sözleşme, eylem nedir bilmiyor…Daha doğrusu klasik sendikacılık ve hak arama mücadelesinin kavramları ona hitap etmiyor.

Ancak, daha acımasız, daha zor koşullarda çalışıyor.

Peki ne yapacak..?

Onların diliyle, kavramlarıyla konuşan, yeni döneme uyumlu sendikalarımız, derneklerimiz, örgütlerimiz yok. “Şimdiki gençler de apolitik, çok bilinçsiz” cümlesi de dilimizden düşmüyor zaten.

“Başka Dilde Aşk” filmi işte bu dünyada hak arama mücadelesi veren bir grup genci, onların hayat koşullarını, dillerini ve aşklarını anlatıyor. Onların diliyle..

Dışardan ya da yukarıdan bakarak değil.

Doğuştan sağır dilsiz genç bir erkek ile, işi günde 12 saat konuşmak olan genç bir kızın aşk hikayesi, “Başka Dilde Aşk”

Düzen normal olanı belirliyor. Uymayanı ise anormal olarak yaftalıyor. Sağır-dilsiz biriyle, konuşan birinin aşkı da anormal olarak algılanıyor doğal olarak..Tam bu noktada, “iletişim nedir” sorusuyla , engellilerin sorunları da filme dahil oluyor.

Sakatlar üzerinden mesaj vererek “vicdan rahatlatma” oyunlarına baş vurmuyor film…
Filmin ana karakteri olan sağır dilsiz Onur, mazlum, mağdur olarak tasvir edilmiyor. Tam tersine filmin en güçlü karakteri konumunda.

Film, bir çok açıdan “ilk” olma özelliği taşıdığından sinematografik açıdan bazı aksaklıklar yaşıyor. 1980 doğumlu Mert Fırat’ın ilk senaryosu. İlksen Başarır’ın da hem ilk senaryosu hem de ilk yönetmenliği.

Buna rağmen, son derece sade, akıcı, eğlenceli ama içeriği güçlü bir film çıkmış ortaya.
Bir çok mesajı bir arada taşımasına rağmen bu mesajları birbirine ustalıkla bağlamış.( sağır dilsiz birinin aşkı, çalışanların sorunları, ve anne babalar ile zamane gençlerinin iletişim sorunları.)

Büyük iddialar otaya koymadan, slogan atmadan,arabeske kaçmadan ve yüzünüze çarpmadan yerli yerinde mesajlar ard arda akıp gidiyor beyaz perdeden seyirciye

“Neşeli Hayat” filmindeki “sınıfsal bakış” açısını göklere çıkaran sinema yazarları ve gazetecilerin “Başka Dilde Aşk” a neden kayıtsız kaldıklarını anlamak zor…
Daha doğrusu zor değil, çünkü büyük medya kuruluşlarının çoğunun çağrı merkezleri var. O merkezlerdeki hayat ise filmde “hoşa gitmeyecek şekilde” anlatılıyor.

Sözü fazla uzatmadan şöyle söyleyelim: Anne- babalar genç çocuklarıyla gitmeli bu filme…
Sendikalar, toplu bilet almalı…
Çağrı merkezi, satış pazarlama, banka çalışanları gibi (beyaz yakalılar) başka bir gözle izlemeli.

Son olarak;filmde birkaç sahnede Louis Aragon’un Aşk Şiirleri kitabı görünüyor.
Neredeyse 20’nci yüzyılın tümüne tanıklık etmiş olan Fransızların bu büyük şairi ve aydını, 21’nci yüzyılın Türkiye’sinde kendi halinde bir aşk hikayesine tanıklık ediyor bu kez.

Filmden sonra eve gittiğimde kütüphaneden çektim bu kitabı ve ilk sayfasını açtım. Cemal Süreya’nın enfes çevirisiyle “Mutlu Aşk Yoktur “ şiirini bir kez daha okudum.

Hiçbir şey elinde değildir insanın:
Ne gücü, ne güçsüzlüğü, ne de yüreği.
Açtığını sansa da kollarını, gölgesi bir haçtır onun.
Paramparça olur avucunda sımsıkı tuttuğu mutluluk.
Bir garip, bir acılı boşluktur günleri
Mutlu aşk yoktur.

Bir başka kader için giydirilmiş
Silahsız askerlere benzer hayatı.
Çaresiz, kararsız kaldıktan sonra akşamları,
Neye yarar ki sabahları erkenden uyanmaları.
Söyle bunları bir tanem, tut gözyaşlarını.
Mutlu aşk yoktur.

Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da