2 Mart 2013 Cumartesi

KENDİ KRALLIĞINI YIKAN, İNSAN YILMAZ GÜNEY


 "sanatın apolitik olması egemenlerle işbirliği    yaptığı anlamına gelir" - Bertolt Brecht-

80’li yılların sonlarıydı. Yatılı bölge okulunda ortaokul öğrencisiydim. Video furyası sürüyordu. Kasabadaki videocudan en çok Cüneyt Arkın ile Bruce Lee filmleri kiralanırdı. Yılmaz Güney ise yasaklıydı. Bir toplama kampını andıran yatılı okulda Yılmaz Güney videosunu alıp topluca seyretmek hayaldi. Ancak ortada ilk bakışta tuhaf denebilecek bir durum vardı. Okulun erkek öğrencileri “Yılocular” “Cinocular” diye neredeyse ikiye bölünmüştü. Bir tarafta televizyonda, videoda filmleri gösterilen Cino (Cüneyt Arkın) diğer tarafta yasaklı olan Yılo… (Yılmaz Güney). Nasıl oluyor diyeceksiniz, şöyle oluyordu: Kasabanın kenar sokaklarının birinde küçücük bir dükkan vardı. Çay, oralet, (oralet var mı hala),ayran tost bulunurdu. Bir kaç çeşit de yemek olurdu. Hafta sonu çarşı izninde Yılocular bu dükkana doluşurdu. Tahta taburelerde oturur, oldukça yükseğe kurulmuş televizyonda Yılmaz Güney filmlerini  videodan izlerlerdi. Daha doğrusu izliyorlarmış çünkü ben daha görmemiştim. Anlayacağınız hiçbir filmini görmeden ben de Yılocu olmuştum. Bir gün okulun koridorlarında hızla bir “kasaba efsanesi” yayıldı: “Cüneyt Arkın ile Yılmaz Güney  Boğaz Köprüsü’nde buluşup teke tek kavga etmişler. Yılo bir yumrukta Cino’nun burnunu dağıtmış. Cino’nun burnu bu nedenle yamukmuş. ( işin gerçeği Cüneyt Arkın 1960’lı yıllarda bir burun ameliyatı geçirmiş) Biz Yılocular kendimizi bu efsaneye öyle kaptırdık ki çarşı izninin gelmesini dört gözle bekleyip bir Cumartesi öğle sonrası kendimizi küçücük video dükkanına atıverdik. Yalnız video seyretmek için bir şeyler yiyip içmek şarttı. Parayı anca denkleştirip beş kişi bir tabak kuru fasulye aldık. Beşimiz bir yandan ekmek banıp aynı tabaktan fasulye yiyorduk, bir yandan da videodan Yılo’nun filmini seyrediyorduk. Yılmaz Güney yasaklı olduğu için yaptığımız bir bakıma illegal bir eylemdi. Eylem gözcüsü niyetine sokağın girişinde bir kişi beklerdi. Polis o yöne doğru gelince haber verirdi.  Hemen Yılmaz Güney filminin video kaseti çıkarılır Küçük Ceylan’ın filmi konurdu videoya. Polis gidince tekrar Yılmaz Güney kaseti battaniyenin altından çıkarılır videoya konurdu. Bu şekilde film birkaç kez bölünürdü. Üstelik her seferinde film nerede kalmıştı diye,  ileri geri dakikalarca sarıp dururdu dükkanın bir gözü kör şişko sevimli sahibi…

***

Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” kitabının daha kapağına bakar bakmaz çocukluğumdan kalan işte yukarıdaki bu hikayeyi hatırladım. Şehmus Güzel’in kitabının ilk baskısı  1994 yılında yayımlanmış. Kaynak Yayınları  kitabın ikinci baskısını “İz Bırakanlar” serisinden kısa bir süre önce tekrar yayımladı.

İyi ki de yayımlamış. Çükü bu kitap Yılmaz Güney hakkında yazılan en objektif kitaplardan biri. Belki de birincisi.

Kendisi de Fransa’da yaşayan Şehmus Güzel, Yılmaz Güney’i 1950’li yıllardan itibaren ölümüne kadar edebiyat, sinema, sanat çevrelerinde ve hapishane yıllarında tanımış Ali Dede Altuntaş, Erdem Buri, Tülay German, Mehmet Güven, Ali Bucak, Kazım Binali Akpınar, Bekir Yunus Dost, Necdet Nakiboğlu, Yılmaz Sağlıkçı, Erdoğan Sezgin, İsmail Yıldırım, Mehmet, Koç Doğan Yurdakul, Abidin Dino, Marie Christine Malbert  ile saatlerce, günlerce süren söyleşiler yapmış.

 
Yılmaz Güney hakkında yazılan kitapları titiz bir şekilde okuyup inceleyen Prof. Güzel, “İnsan Yılmaz Güney”i  bize sunarken zengin ve değişik açılardan anlatımlara yer veriyor. Bizi Yılmaz Güney’in iç dünyasına doğru çekiyor. Bunca filmin, hikayenin, senaryonun arkasındaki sırrı anlatıyor. Tam anlamıyla Yılmaz Güney gerçeğiyle baş başa bırakıyor okuyucuyu.

***

Peki, nedir Yılmaz Güney gerçeği ve bu gerçek günümüz dünyasında ne ifade ediyor. Geçerliliğini koruyor mu? Hemen yanıt verelim: Evet koruyor.

Ölümünün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen gencinden yaşlısına neredeyse tüm kuşakların belleğinde hala dipdiri varlığını sürdürüyor Yılmaz Güney. O, yaşamını yitirirken  daha doğmamış olan ve şimdi 30’lu yaşlarına girmiş nice insandan tutun da üniversite, lise öğrencilerine kadar milyonlarca gencin dünyasında heyecan fırtınaları yaratmaya devam ediyor.

Günümüzün sanat, siyaset, toplumsal sorunları hakkında Yılmaz Güney’in enerjisi, duruşu, çalışkanlığı hala gün gibi taze. Deyim yerindeyse “modası geçmemiş” geçmeyecek bir sanatçı, bir devrimci, bir aydındır Yılmaz Güney. Her türlü yasaklama, karalama, yok etme çabalarına rağmen sağcı iktidarlar O’nu halkın gözünden düşüremediler. Marjinalleştiremediler.

İşte Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” kitabı Yılmaz Pütün’ün Yılmaz Güney’e dönüşmesini anlatıyor. Duygularının, ilişkilerinin, sevinçlerinin, kızgınlıklarının, kısacası  kişiliğinin kılcal damarlarına çekecek ayrıntılar sunuyor bize.

Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımızda 47 yıllık ömrünün dörtte birinden fazlasını hapiste ve sürgünde geçirirken nasıl oluyor da bu kadar üretebiliyor. Bu kadar insanı tanıyabiliyor, etkileyebiliyor, örgütleyebiliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Evet, nasıl oluyor?

***

Bir kere Yılmaz Güney’in büyük bir üretme enerjisi var. Bu öyle bir enerji ki  yetenek ve çalışkanlıkla harmanlanmış, atak, cesur kişiliğinin derinliklerinde büyük bir özgüvene dönüşmüştür. Günümüz aydınının yorgun, içe dönük, bohem yaşamının tam tersidir Yılmaz Güney’in üretme becerisi. O’nda edebiyat, sinema, siyaset bir tutkudur.

  “Hayatımız,  farkına varmadığımız binlerce hikaye, binlerce film ile dolu. Onları, kimsenin göremediği,  ya da önemsemediği şeylerin filmini yapacağım sevgili”

Yoksul bir ailede dünyaya gelmiş, yoksul bir çevrede büyümüş, ama bu yoksulluğu büyük bir zenginliğe çevirmeyi başarmıştır. Halkı kategorize etmeden, itelemeden, ayırmadan… İçten gelen bir duyguyla sevdiği halk da O’na bu sevgisini misliyle geri vermiş, karşılıklı sevgi artarak büyümüştür. Dönemin Adalet Partisi’nin kalesi olan Isparta’da bile O’nun halka, halkın O’na olan sevgisinde bir azalma olmamış.

 “Ortaokul, ilkokul çocukları toplanıp ziyarete gelirdi. Davraz Mahallesi’nin kadınları börek, çörek yapar getirirlermiş. Isparta gibi bir yerde kadınların bunu göze alması bence önemlidir.”

(…)”Bu arada 25 yıllık sivil polis Sabri de Yılmaz Güney’i ziyarete gidiyor. Yılmaz Güney’e durum anlatılıyor. O Sabri’yi alaya alıyor. Daha sonra Sabri emekli olunca bir halı emanet deposu açıyor. İsmi: Güney”

Ancak, Yılmaz Güney’in halka olan sevgisi körü körüne bir sevgi değildir. Aşama aşama gelişen bilinciyle sevgisini birleştirmesini bilmiş, bu bilinç halkı bütün gerçekliğiyle kavramasını sağlamıştır. Evet halk için mücadele etmiştir ama kafasında yarattığı, idealize ettiği hatta günümüzde bazı sol çevrelerin kutsallaştırdığı, bazılarının ise aşağıladığı bir halk değil bu. İşçi, memur, öğrenci, lümpen, kabadayı, burjuva, aydın… Herkesle ilişki kurmuş herkesin dünyasına girmiş, herkesi dinlemiş, etkilemiş, etkilenmiş.

“Güçlü sezgileri ve duygularıyla hayatı, hayatın işleyiş yasalarını, en can alıcı yanlarından yakalıyor, kavrıyor, aktarıyordu. Güçlü gözlemciliği sayesinde yaşamın gerçekliğiyle hep iç içe oluyordu. O her yarattığı eserinde daima yaşanandan yola çıkacak, toplumsallığı, bilimselliği ve sanatsallığı birlikte yoğuracaktı”

İşte bu özelliğidir ki Yılmaz Güney’i halkın gözünde Kral (Çirkin de olsa Kral) mertebesine çıkarmıştır. Türkiye nüfusunun 30 milyon olduğu 1968’de ‘Seyithan’ filmini 8.5 milyon kişi izlemiş, Yılmaz Güney adeta bir halk hareketine dönüşmüştür. 

Ancak, Güney, büyüyen bu sevgiyi niteliksel olarak irdelemiş, gerektiğinde halkın beğeni ve isteklerine karşı durması gerektiğini de kavramış, cesur davranmıştır. Kendi krallığını kendisi yıkmış, “İnsan Yılmaz Güney” olmuştur. Yeni bir anlayış, yeni bir tarz, yeni bir gerçeklikle yola devam etmiş, eskiyi yıkmadan yeniyi yaratamayacağı bilinciyle yepyeni bir hayat kurmasını başarmıştır. Bunu da yine sinemasıyla yapmıştır. ‘Arkadaş’ filmi ile “Çirkin Kral” efsanesini adeta yerle bir etmiş, filmin kadın karakterinden dayak yemesi halkın gözündeki kabadayı, maço Yılmaz imajına atılan bir dayak olmuştur.

İnsan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı geldiğim yeri. İyi şeyler yanında çok kötü huylar edindiğimi, basit bir takım kurgular içinde olduğumu huzursuzluk kaynaklarımı, hepsini biliyorum. Bunları çok kısa zamanda düzeltmem mümkün mü değil mi, zamana kalmış.

Yılmaz Güney, sanatsal yaşamında dünya çapında başarılar elde etti. Sinemasını, okuma yazma bilmeyen ev kadınından, Paris’teki profesöre kadar her kesimden milyonlarca kişi izledi, benimsedi, sevdi. Güney, “devrimci sanat” nasıl olmalı, sanatı kitleleri etkilemek için nasıl kullanmalı, sanatı “devrim yolunda” bir araç haline nasıl getirmeli gibi, sol-Marksist çevrelerde üzerine kafa yorulmuş bir çok soruya sinemasıyla net yanıtlar verdi.

Sadece bir aktör, bir oyuncu, bir yazar olarak değil, aktif bir devrimci olarak da mücadeleye atıldı. Bugün hala solun en büyük sorunlarından olan bölünme, parçalanma, fraksiyon ve hiziplere ayrılma konuları üzerine büyük çabalar içine girdi. Solu bütünleştirme, bir araya getirme gibi bir misyon edindi adeta.

Mahir Çayan ve grubu ile yakın ilişkileri vardı. TKP-ML Genel sekreteri Süleyman Cihan ile İmralı Adasında birkaç kez görüşmüştü. Ama seçimlerde Ecevit’in desteklenmesi gerektiğini belirtecek kadar da sola bütünlüklü, genel ve şablonlardan uzak, gerektiğinde pragmatik bakabiliyordu.

Güney’in günümüze ışık tutacak siyasal davranışlarından biri de Kürt sorununa bakışıdır. Güney, baba tarafından Zaza-Anne tarafından Kürt’tür. Fransa yıllarında Paris Kürt Enstitüsü’nün kuruluşuna katılmıştır. Ancak etnik kimliğini hiçbir zaman sol, devrimci kimliğinin önüne geçirmemiştir. Kürtlerin “kendi kaderini tayin hakkını” ilkesel olarak savunmuş ancak pratik açıdan meseleye Ortadoğu halklarının ortak çıkarları temelinde ve  sınıfsal olarak bakmıştır.

“Ulusal nitelikli bir örgütlenme içerik olarak özellikle de bu koşullarda Burjuvazinin damgasını taşır. Burjuvazinin bağımsız örgütlenmesi, Kürt proletaryasının ve köylülüğünün de bu örgütlenme içinde bulunması burjuvazinin kuyruğuna katılması kendi sınıf çıkarlarını Kürt burjuvazisinin çıkarlarına tabi kılması anlamına gelir…

***

Evet, Türkiye’de sol, ilerici kesim özellikle son on beş-yirmi  yılda siyasal alanda büyük bir yenilgi aldı. Ama yılmadı, mücadeleye devam etti, ediyor. Bu mücadelenin ilerletilip bir iktidara dönüştürülmesi için toplumsal koşullar uygun. Ancak siyasetçi ve aydınlardaki yılgınlık, tembellik karamsarlık kitleleri de etkilemiş, milyonlarca insan adeta çıkışsız bırakılmıştır. Yılmaz Güney, solun bugünkü koşullarını aşması için de bize yol göstermeye devam ediyor.

‘Sürü’ filmine sinemalar tarafından ambargo uygulanması üzerine Güney, yer altı sineması projesini ortaya atmış, etkili kısa filmler çekerek mahallelerde duvara yansıtarak halk ile buluşmayı tasarlamıştır. (Şehir Tiyatroları’nın kapatılmasına karşı çıkan tiyatrocularımızın basın açıklaması yapıp dağılmalarına ne demeli?)

Yılmaz Güney, dünya çapında ünlü bir aktör iken Siverekli Öğrenciler Yardımlaşma Derneği’nin kurucusu ve başkanlığını yapmaktaydı. Öğrenci kantinlerinde, yurtlarında  gençlerle birlikteydi. (Tarikatılar, cemaatçiler gençlerin kafasını yıkadı. Eğitimi ele geçirdi diye ağlaşıp yerinde oturanlara ne demeli)

50 kişinin idam edildiği, yüzlerce kişinin işkencede öldüğü, her türlü örgütlenmenin yok edildiği 12 Eylül koşullarında ‘Yol’ filmi çekildi. Yılmaz Güney askerden ve cezaevinden film yöneten dünyadaki ilk, belki de tek yönetmendir. (AKP çok baskıcı, hatta faşist  diyerek köşesine çekilmeyi, küsüp bir daha üretmemeyi düşünenlere ne demeli?)

***

M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney, kitabının daha kapağını görür görmez, ilk kez Yılmaz Güney filimi seyrettiğim, çocukluğumdaki hikayeyi hatırladığımı yazının başında anlattım. O hikayenin ufak bir devamı daha var. Ortaokul, lise, üniversite ve meslek yaşamı derken yirmi yıl sonra o küçücük kasabadaki okuluma gittim. Harabeye dönmüş, yıkılmak üzereydi. İlçe merkezinde, tek tabak kuru fasulyeye beş “Yılocu”nun ekmek banıp yediği ve film seyrettiği eski video dükkanı hala duruyor mu diye merak edip baktım.

İnanmayacaksınız ama dükkan da, sahibi de yerindeydi. Video dükkanı zamana ayak uydurarak önce atari solunu, sonra internet kafe olmuştu. Ortaokul, lise çağındaki çocuklar bilgisayar başında gözleri ekrana çıkılı dalıp gitmişlerdi. Sokağın başında, polis geliyor mu diye gözcülük yapan da yoktu. Yılmaz Güney bir kez daha yasağı yenmişti. Posteri internet kafenin duvarında asılıydı. Aynen bugün milyonlarca facebook, twitter, cep telefonu kullanıcısının ve blog yazarının kişisel sayfalarındaki, ekranlarındaki  Yılmaz Güney fotoğrafları, filmleri, posterleri gibi.

“Gün Gelecek, dünya sinemasında sözü edilecek şeyler yapacağım. Yaptığımız filmler yıllarca afişlerde kalacak, çok sonra da gösterilmeye devam edecek. Hayata o kadar güvenle bakıyorum, geleceğin o kadar parlak olacağını düşünüyorum ki…”


 



Bu yazı 2 Mart 2013 tarihli Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.