80’li yılların sonlarıydı. Yatılı bölge okulunda
ortaokul öğrencisiydim. Video furyası sürüyordu. Kasabadaki videocudan en çok
Cüneyt Arkın ile Bruce Lee filmleri kiralanırdı. Yılmaz Güney ise yasaklıydı.
Bir toplama kampını andıran yatılı okulda Yılmaz Güney videosunu alıp topluca
seyretmek hayaldi. Ancak ortada ilk bakışta tuhaf denebilecek bir durum vardı.
Okulun erkek öğrencileri “Yılocular” “Cinocular” diye neredeyse ikiye
bölünmüştü. Bir tarafta televizyonda, videoda filmleri gösterilen Cino (Cüneyt
Arkın) diğer tarafta yasaklı olan Yılo… (Yılmaz Güney). Nasıl oluyor
diyeceksiniz, şöyle oluyordu: Kasabanın kenar sokaklarının birinde küçücük bir
dükkan vardı. Çay, oralet, (oralet var mı hala),ayran tost bulunurdu. Bir kaç çeşit
de yemek olurdu. Hafta sonu çarşı izninde Yılocular bu dükkana doluşurdu. Tahta
taburelerde oturur, oldukça yükseğe kurulmuş televizyonda Yılmaz Güney
filmlerini videodan izlerlerdi. Daha
doğrusu izliyorlarmış çünkü ben daha görmemiştim. Anlayacağınız hiçbir filmini
görmeden ben de Yılocu olmuştum. Bir gün okulun koridorlarında hızla bir “kasaba efsanesi” yayıldı: “Cüneyt Arkın
ile Yılmaz Güney Boğaz Köprüsü’nde
buluşup teke tek kavga etmişler. Yılo bir yumrukta Cino’nun burnunu dağıtmış.
Cino’nun burnu bu nedenle yamukmuş. ( işin gerçeği Cüneyt Arkın 1960’lı
yıllarda bir burun ameliyatı geçirmiş) Biz Yılocular kendimizi bu efsaneye öyle
kaptırdık ki çarşı izninin gelmesini dört gözle bekleyip bir Cumartesi öğle
sonrası kendimizi küçücük video dükkanına atıverdik. Yalnız video seyretmek
için bir şeyler yiyip içmek şarttı. Parayı anca denkleştirip beş kişi bir tabak
kuru fasulye aldık. Beşimiz bir yandan ekmek banıp aynı tabaktan fasulye
yiyorduk, bir yandan da videodan Yılo’nun filmini seyrediyorduk. Yılmaz Güney
yasaklı olduğu için yaptığımız bir bakıma illegal bir eylemdi. Eylem gözcüsü
niyetine sokağın girişinde bir kişi beklerdi. Polis o yöne doğru gelince haber
verirdi. Hemen Yılmaz Güney filminin
video kaseti çıkarılır Küçük Ceylan’ın filmi konurdu videoya. Polis gidince
tekrar Yılmaz Güney kaseti battaniyenin altından çıkarılır videoya konurdu. Bu
şekilde film birkaç kez bölünürdü. Üstelik her seferinde film nerede kalmıştı
diye, ileri geri dakikalarca sarıp
dururdu dükkanın bir gözü kör şişko sevimli sahibi…
***
Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney”
kitabının daha kapağına bakar bakmaz çocukluğumdan kalan işte yukarıdaki bu
hikayeyi hatırladım. Şehmus Güzel’in kitabının ilk baskısı 1994 yılında yayımlanmış. Kaynak Yayınları kitabın ikinci baskısını “İz Bırakanlar”
serisinden kısa bir süre önce tekrar yayımladı.
İyi ki de yayımlamış. Çükü bu kitap Yılmaz Güney
hakkında yazılan en objektif kitaplardan biri. Belki de birincisi.
Kendisi de Fransa’da yaşayan Şehmus Güzel, Yılmaz
Güney’i 1950’li yıllardan itibaren ölümüne kadar edebiyat, sinema, sanat
çevrelerinde ve hapishane yıllarında tanımış Ali Dede Altuntaş, Erdem Buri,
Tülay German, Mehmet Güven, Ali Bucak, Kazım Binali Akpınar, Bekir Yunus Dost,
Necdet Nakiboğlu, Yılmaz Sağlıkçı, Erdoğan Sezgin, İsmail Yıldırım, Mehmet, Koç
Doğan Yurdakul, Abidin Dino, Marie Christine Malbert ile saatlerce, günlerce süren söyleşiler
yapmış.
***
Peki, nedir Yılmaz Güney gerçeği ve bu gerçek günümüz
dünyasında ne ifade ediyor. Geçerliliğini koruyor mu? Hemen yanıt verelim: Evet
koruyor.
Ölümünün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen
gencinden yaşlısına neredeyse tüm kuşakların belleğinde hala dipdiri varlığını
sürdürüyor Yılmaz Güney. O, yaşamını yitirirken daha doğmamış olan ve şimdi 30’lu yaşlarına girmiş
nice insandan tutun da üniversite, lise öğrencilerine kadar milyonlarca gencin
dünyasında heyecan fırtınaları yaratmaya devam ediyor.
Günümüzün sanat, siyaset, toplumsal sorunları hakkında
Yılmaz Güney’in enerjisi, duruşu, çalışkanlığı hala gün gibi taze. Deyim
yerindeyse “modası geçmemiş” geçmeyecek bir sanatçı, bir devrimci, bir aydındır
Yılmaz Güney. Her türlü yasaklama, karalama, yok etme çabalarına rağmen sağcı
iktidarlar O’nu halkın gözünden düşüremediler. Marjinalleştiremediler.
İşte Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” kitabı Yılmaz
Pütün’ün Yılmaz Güney’e dönüşmesini anlatıyor. Duygularının, ilişkilerinin, sevinçlerinin,
kızgınlıklarının, kısacası kişiliğinin
kılcal damarlarına çekecek ayrıntılar sunuyor bize.
Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımızda 47
yıllık ömrünün dörtte birinden fazlasını hapiste ve sürgünde geçirirken nasıl
oluyor da bu kadar üretebiliyor. Bu kadar insanı tanıyabiliyor,
etkileyebiliyor, örgütleyebiliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Evet, nasıl oluyor?
***
Bir kere Yılmaz Güney’in büyük bir üretme enerjisi var.
Bu öyle bir enerji ki yetenek ve
çalışkanlıkla harmanlanmış, atak, cesur kişiliğinin derinliklerinde büyük bir
özgüvene dönüşmüştür. Günümüz aydınının yorgun, içe dönük, bohem yaşamının tam
tersidir Yılmaz Güney’in üretme becerisi. O’nda edebiyat, sinema, siyaset bir
tutkudur.
“Hayatımız, farkına varmadığımız binlerce hikaye,
binlerce film ile dolu. Onları, kimsenin göremediği, ya da önemsemediği şeylerin filmini yapacağım
sevgili”
Yoksul bir ailede dünyaya gelmiş, yoksul bir çevrede
büyümüş, ama bu yoksulluğu büyük bir zenginliğe çevirmeyi başarmıştır. Halkı
kategorize etmeden, itelemeden, ayırmadan… İçten gelen bir duyguyla sevdiği
halk da O’na bu sevgisini misliyle geri vermiş, karşılıklı sevgi artarak
büyümüştür. Dönemin Adalet Partisi’nin kalesi olan Isparta’da bile O’nun halka,
halkın O’na olan sevgisinde bir azalma olmamış.
“Ortaokul,
ilkokul çocukları toplanıp ziyarete gelirdi. Davraz Mahallesi’nin kadınları
börek, çörek yapar getirirlermiş. Isparta gibi bir yerde kadınların bunu göze
alması bence önemlidir.”
(…)”Bu
arada 25 yıllık sivil polis Sabri de Yılmaz Güney’i ziyarete gidiyor. Yılmaz
Güney’e durum anlatılıyor. O Sabri’yi alaya alıyor. Daha sonra Sabri emekli
olunca bir halı emanet deposu açıyor. İsmi: Güney”
Ancak, Yılmaz Güney’in halka olan sevgisi körü körüne bir
sevgi değildir. Aşama aşama gelişen bilinciyle sevgisini birleştirmesini
bilmiş, bu bilinç halkı bütün gerçekliğiyle kavramasını sağlamıştır. Evet halk
için mücadele etmiştir ama kafasında yarattığı, idealize ettiği hatta günümüzde
bazı sol çevrelerin kutsallaştırdığı, bazılarının ise aşağıladığı bir halk
değil bu. İşçi, memur, öğrenci, lümpen, kabadayı, burjuva, aydın… Herkesle
ilişki kurmuş herkesin dünyasına girmiş, herkesi dinlemiş, etkilemiş,
etkilenmiş.
“Güçlü
sezgileri ve duygularıyla hayatı, hayatın işleyiş yasalarını, en can alıcı
yanlarından yakalıyor, kavrıyor, aktarıyordu. Güçlü gözlemciliği sayesinde
yaşamın gerçekliğiyle hep iç içe oluyordu. O her yarattığı eserinde daima
yaşanandan yola çıkacak, toplumsallığı, bilimselliği ve sanatsallığı birlikte
yoğuracaktı”
İşte bu özelliğidir ki Yılmaz Güney’i halkın gözünde
Kral (Çirkin de olsa Kral) mertebesine çıkarmıştır. Türkiye nüfusunun 30 milyon
olduğu 1968’de ‘Seyithan’ filmini 8.5 milyon kişi izlemiş, Yılmaz Güney adeta
bir halk hareketine dönüşmüştür.
Ancak, Güney, büyüyen bu sevgiyi niteliksel olarak
irdelemiş, gerektiğinde halkın beğeni ve isteklerine karşı durması gerektiğini
de kavramış, cesur davranmıştır. Kendi krallığını kendisi yıkmış, “İnsan Yılmaz
Güney” olmuştur. Yeni bir anlayış, yeni bir tarz, yeni bir gerçeklikle yola
devam etmiş, eskiyi yıkmadan yeniyi yaratamayacağı bilinciyle yepyeni bir hayat
kurmasını başarmıştır. Bunu da yine sinemasıyla yapmıştır. ‘Arkadaş’ filmi ile
“Çirkin Kral” efsanesini adeta yerle bir etmiş, filmin kadın karakterinden
dayak yemesi halkın gözündeki kabadayı, maço Yılmaz imajına atılan bir dayak
olmuştur.
İnsan
hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye
hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı geldiğim yeri. İyi şeyler
yanında çok kötü huylar edindiğimi, basit bir takım kurgular içinde olduğumu
huzursuzluk kaynaklarımı, hepsini biliyorum. Bunları çok kısa zamanda düzeltmem
mümkün mü değil mi, zamana kalmış.
Yılmaz Güney, sanatsal yaşamında dünya çapında
başarılar elde etti. Sinemasını, okuma yazma bilmeyen ev kadınından, Paris’teki
profesöre kadar her kesimden milyonlarca kişi izledi, benimsedi, sevdi. Güney,
“devrimci sanat” nasıl olmalı, sanatı kitleleri etkilemek için nasıl
kullanmalı, sanatı “devrim yolunda” bir araç haline nasıl getirmeli gibi,
sol-Marksist çevrelerde üzerine kafa yorulmuş bir çok soruya sinemasıyla net
yanıtlar verdi.
Sadece bir aktör, bir oyuncu, bir yazar olarak değil,
aktif bir devrimci olarak da mücadeleye atıldı. Bugün hala solun en büyük
sorunlarından olan bölünme, parçalanma, fraksiyon ve hiziplere ayrılma konuları
üzerine büyük çabalar içine girdi. Solu bütünleştirme, bir araya getirme gibi
bir misyon edindi adeta.
Mahir Çayan ve grubu ile yakın ilişkileri vardı. TKP-ML
Genel sekreteri Süleyman Cihan ile İmralı Adasında birkaç kez görüşmüştü. Ama seçimlerde
Ecevit’in desteklenmesi gerektiğini belirtecek kadar da sola bütünlüklü, genel
ve şablonlardan uzak, gerektiğinde pragmatik bakabiliyordu.
Güney’in günümüze ışık tutacak siyasal davranışlarından
biri de Kürt sorununa bakışıdır. Güney, baba tarafından Zaza-Anne tarafından
Kürt’tür. Fransa yıllarında Paris Kürt Enstitüsü’nün kuruluşuna katılmıştır. Ancak
etnik kimliğini hiçbir zaman sol, devrimci kimliğinin önüne geçirmemiştir. Kürtlerin
“kendi kaderini tayin hakkını” ilkesel olarak savunmuş ancak pratik açıdan
meseleye Ortadoğu halklarının ortak çıkarları temelinde ve sınıfsal olarak bakmıştır.
“Ulusal
nitelikli bir örgütlenme içerik olarak özellikle de bu koşullarda Burjuvazinin
damgasını taşır. Burjuvazinin bağımsız örgütlenmesi, Kürt proletaryasının ve
köylülüğünün de bu örgütlenme içinde bulunması burjuvazinin kuyruğuna katılması
kendi sınıf çıkarlarını Kürt burjuvazisinin çıkarlarına tabi kılması anlamına
gelir…
***
Evet, Türkiye’de sol, ilerici kesim özellikle son on
beş-yirmi yılda siyasal alanda büyük bir
yenilgi aldı. Ama yılmadı, mücadeleye devam etti, ediyor. Bu mücadelenin
ilerletilip bir iktidara dönüştürülmesi için toplumsal koşullar uygun. Ancak
siyasetçi ve aydınlardaki yılgınlık, tembellik karamsarlık kitleleri de
etkilemiş, milyonlarca insan adeta çıkışsız bırakılmıştır. Yılmaz Güney, solun
bugünkü koşullarını aşması için de bize yol göstermeye devam ediyor.
‘Sürü’ filmine sinemalar tarafından ambargo uygulanması
üzerine Güney, yer altı sineması projesini ortaya atmış, etkili kısa filmler
çekerek mahallelerde duvara yansıtarak halk ile buluşmayı tasarlamıştır. (Şehir
Tiyatroları’nın kapatılmasına karşı çıkan tiyatrocularımızın basın açıklaması yapıp
dağılmalarına ne demeli?)
Yılmaz Güney, dünya çapında ünlü bir aktör iken
Siverekli Öğrenciler Yardımlaşma Derneği’nin kurucusu ve başkanlığını yapmaktaydı.
Öğrenci kantinlerinde, yurtlarında
gençlerle birlikteydi. (Tarikatılar, cemaatçiler gençlerin kafasını
yıkadı. Eğitimi ele geçirdi diye ağlaşıp yerinde oturanlara ne demeli)
50 kişinin idam edildiği, yüzlerce kişinin işkencede
öldüğü, her türlü örgütlenmenin yok edildiği 12 Eylül koşullarında ‘Yol’ filmi
çekildi. Yılmaz Güney askerden ve cezaevinden film yöneten dünyadaki ilk, belki
de tek yönetmendir. (AKP çok baskıcı, hatta faşist diyerek köşesine çekilmeyi, küsüp bir daha
üretmemeyi düşünenlere ne demeli?)
***
M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney, kitabının daha
kapağını görür görmez, ilk kez Yılmaz Güney filimi seyrettiğim, çocukluğumdaki
hikayeyi hatırladığımı yazının başında anlattım. O hikayenin ufak bir devamı daha
var. Ortaokul, lise, üniversite ve meslek yaşamı derken yirmi yıl sonra o
küçücük kasabadaki okuluma gittim. Harabeye dönmüş, yıkılmak üzereydi. İlçe
merkezinde, tek tabak kuru fasulyeye beş “Yılocu”nun ekmek banıp yediği ve film
seyrettiği eski video dükkanı hala duruyor mu diye merak edip baktım.
İnanmayacaksınız ama dükkan da, sahibi de yerindeydi. Video
dükkanı zamana ayak uydurarak önce atari solunu, sonra internet kafe olmuştu. Ortaokul,
lise çağındaki çocuklar bilgisayar başında gözleri ekrana çıkılı dalıp gitmişlerdi.
Sokağın başında, polis geliyor mu diye gözcülük yapan da yoktu. Yılmaz Güney
bir kez daha yasağı yenmişti. Posteri internet kafenin duvarında asılıydı. Aynen
bugün milyonlarca facebook, twitter, cep telefonu kullanıcısının ve blog
yazarının kişisel sayfalarındaki, ekranlarındaki Yılmaz Güney fotoğrafları, filmleri,
posterleri gibi.
“Gün
Gelecek, dünya sinemasında sözü edilecek şeyler yapacağım. Yaptığımız filmler
yıllarca afişlerde kalacak, çok sonra da gösterilmeye devam edecek. Hayata o
kadar güvenle bakıyorum, geleceğin o kadar parlak olacağını düşünüyorum ki…”
Bu yazı 2 Mart 2013 tarihli Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder