23 Mart 2013 Cumartesi

ONURLU YILLARIMIZ

Onur Akın, sanat yaşamının 25’inci yılında. 25’inci sanat yılı nedeniyle “Onurlu Yıllar” adıyla bir albüm hazırlandı. Albümde, değişik müzik türlerinden gelen sanatçılar Onur Akın’ın 25 eserini seslendiriyor. Müslüm Gürses’ten Edip Akbayram’a, Işın Karaca’dan Kubat’a, Hayko Cepkin’den Yavuz Bingöl’e kadar birçok sanatçı dillerden düşmeyen Onur Akın eserlerini kendi tarzlarıyla yorumluyorlar. Rutkay Aziz ve Yılmaz Erdoğan ise şiir yorumlarıyla bu çalışmadaki yerlerini alıyorlar.


Albümün afişine baktığımda “vay be, yirmi beş yıl mı oldu” diye söylenirken buldum kendimi… Çünkü Onur Akın’ın 25’inci sanat yılı, ömrümüzün de son 25 yılı demek.
Lise, üniversite yıllarımızdan bugüne geçen 25 yılımızın fon müziği gibi Onur Akın’ın şarkıları.

“Onurlu Yıllarımızın” başlangıcı olarak ilk kez bir Onur Akın şarkısını ne zaman dinledim diye hatırlamaya çalıştım.

1990’ların başıydı. Doğunun küçücük bir ilinde yatılı lise öğrencisiydim. Çarşı izinlerimizde dükkan önlerindeki hasır taburelere oturur, kaçak çay içerdik. Zaten başka da yapacak pek bir şey yoktu. Bu çarşı izinlerinin birinde oturduğumuz kaldırımın başındaki kırtasiye-kaset  dükkanından ruhumuzu kavrayan bir şarkı yükseldi. Martı, dalga seslerine karışan keman esintisinin ardından değişik bir akortla çalınan bağlama… Anında dilimize dolanacak tınısıyla yumuşak bir ses içimizi yakan özlemi dışa vuruyordu: “Uzaktan seni düşünür, düşünürüm, İstanbul…”


Değil İstanbul, Elazığ’ın batısına geçememiştik henüz. Bıktırıcı yatılı okul yıllarına, içimizi yakan bu özlemin yüzü suyu hürmetine katlanıyorduk. “İstanbul ve Üniversite”. Gün gelecek İstanbul’da üniversite  okuyacağız.

Ertesi hafta çarşı izninde yine aynı yere oturdum çay içmek için. Kırtasiye-kaset dükkanında başka bir müzik çalıyordu. Biraz sonra dükkana girdim. Bir iki ufak tefek kırtasiye malzemesi alırken dükkan sahibiyle sohbeti kurduk. Geçen hafta şöyle bir şarkı çalıyordu diye sohbetin yönünü çevirdim. “Grup Baran” dedi. Kırtasiyeci abi hafif sorgular gibi sorular sorduktan sonra üst rafların arka tarafından bir kitap çıkarıp verdi. Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı. “Bu kitabı oku. O şarkının sözleri Vedat Türkali’nin bir şiirinden alınmış,”  dedi. Bir haftada kitabı okuyup geri götürdüm. Artık aklımda Vedat Türkali, Onur Akın isimleri, kalbimde ise yoğunlaşmış, tutkuya dönüşmüş özlemler vardı.


Onur Akın, Vedat Türkali’nin şiirini değil adeta romanını bestelemişti. Bekle Bizi İstanbul şarkısı Bir Gün Tek Başına’nın duygusal yapısıyla o kadar iyi örtüşüyordu ki. Hele roman kahramanı Kenan’ın üniversite öğrencisi sevgilisine “bekle bizi İstanbul” şiirini okuduğu sayfada kitap adeta müzik çalara dönüşüyordu. Devrimci Gençlik Romantizmi ile Üniversite Romantizmi, İstanbul özlemiyle buluşup, aşka ve kavgaya dahil olma duygusu içimizi kıpır kıpır ediyordu. Taşrada, kenarda, sınırlandırılmış, kıstırılmış bu hayat artık bize yetmiyordu. Biz de o büyük kentin büyük meydanlarında yürümeli, özgürce doyasıya tartışmalı, “haramilerin iktidarına” karşı mücadele ederken roman kahramanı Günseli gibi sevgililerimiz olmalıydı.

***
Vedat Türkali’nin “yüreklere yazılan” şiiriyle müzik yeteneğini birleştirip sağlam adımlarla yola çıkan Onur Akın, şiir ve müziğin birlikteliğini daha da genişleterek sürdürdü. Öyle ki Akın’ın albümleri adeta “Türk Şiiri Antolojisidir”.

Attila İlhan, Ahmed Arif, Nazım Hikmet, İlhan Berk, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, A Kadir, Enver Gökçe, Cahit Sıtkı, Yılmaz Erdoğan, Arkadaş Z. Özger, Küçük İskender, Ahmet Erhan, Yılmaz Odabaşı, Ahmet Telli, Ahmet Can Akyol, Aydın Öztürk, Hayrettin Horoz, İbrahim Karaca…
Daha da sayabiliriz. Türkiye’de bu kadar çok ve değişik tarzlarda şairlerin eserlerini besteleyen başka müzisyen var mıdır? Sanmıyorum.
Üstelik bir iki örneği dışarıda tutarsak (33 kurşun gibi) şiir besteleri son derece başarılıdır.



Şiirin kendi iç müziğini yakalamakta Onur Akın’ın şiire, şairlerin dünyasına olan düşkünlüğünün önemi büyük. Hatta Yılmaz Odabaşı, Aydın Öztürk, A. Can Akyol gibi şairlerin eserlerini bestelerken bu şairlerle birlikte çalışmış, şairin iç sesini kendi müziğine katmayı özellikle önemsemiştir.
Onur Akın’ın eserlerini bestelediği şairlerin Türkiye sol dünyasının siyasal, duygusal kodlarını barındırmasının da O’nun kitlelerle buluşmasını kolaylaştıran önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum.

***
Onur Akın ile yatılı okulda kasetçi dükkanında başlayan gıyabi tanışıklığımız liseden sonra da devam etti. 1995’te İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a geldim. Bekle Bizi İstanbul şarkısını dinlerken kurduğum hayaller gerçek olmuştu.
O yıl çıkan “Nereye Ey Güzel İnsanlar” albümüyle Onur Akın adeta ikinci bir patlama gerçekleştirmişti. “Bekle Bizi İstanbul gibi güçlü bir eserin gölgesinde kalmamış, dinleyicideki beklentiyi karşılayacak sıçramayı gerçekleştirmişti. Nazım Hikmet – İlhan Berk şiirlerinden harmanladığı “Seviyorum Seni” “Gaybana Geceler” dönemin ruhunu dile getiriyor, dillerden düşmüyordu.


 

Türkiye’nin “zor yılları” 90’ların ortasıydı. Doğuda boşalan köylerden kentlere doluşan kitleler, sayısı giderek artan özel radyoların sağladığı iletişim ve erişim olanakları, bu gelişmelere bağlı olarak açılan türkü barlarda Gaybana Geceler, Seviyorum Seni eserleri sırt sırta vermiş farklı insanlarca kitlesel olarak söyleniyordu.
“Kent Sürgünü” bu kitleler için Onur Akın artık bir “Kent Ozanı”ydı.

Sanki benim hüznüm bana az mıydı
Bir de kaçar göçer oldum ben benden
Hiçbir yere sığmadı bu yüreğim
Adım kent sürgünü kaldı bu yüzden


Bizim fakültede ise Onur Akın ayrı bir dikkat ile takip ediliyordu. Çünkü bizden iki  dönem önce Onur Akın da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olmuş, ilk eserlerini bu fakültede bestelemiş, şimdi bizim “takıldığımız” Süleymaniye Kafeleri, Beyazıt Sahafları, Kocamustafapaşa Öğrenci Evlerinde şarkılarıyla aramızda olmaya devam ediyordu.

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı


Öğrenci gençliğinin 12 Eylül’den sonra yeniden küllerini silkeleyip örgütlendiği, forumlar, paneller düzenlediği, üniversite ortamında “Bekle Bizi İstanbul”, “Nereye Ey Güzel İnsanlar”, “Özgürlüğü Anımsatır” şarkıları marş gibi söyleniyordu. Solcuyduk, aynı zamanda aşıktık. Solculara yakışacak bir romantizm arayışımız da yok değildi hani. Seviyorum Seni tam da aradığımız şarkıydı.
Seviyorum seni
Ekmeği tuza banıp
Banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
Ağzımı dayayıp musluğa
Su içer gibi

diye seslenirken  sevgilimize,  “devrimci aşkı”  hafifletmiyorduk. Ne de olsa Nazım’ın şiiriydi. Sakallı, elinde bağlamasıyla Onur Akın söylüyordu. Biçim de içerik de devrimciliğe uygundu. Daha ne olsundu.
Sadece üniversite gençliği ve kent sürgünleri  mi..?
Onur Akın yaygın şekilde dinleniyordu. Ancak dinleyici kitlesinin somutlaşması kendi içinde tarif edilmesi de zordu. Kendisinin de bir söyleşisinde belirttiği gibi herkes dinliyordu. Fakat, “evet bunlar Onur Akın dinler” dediğimiz bir tipolojisi yoktu bu kitlenin. Akın’ın örgütlere ve fraksiyonlara bağlı bir sanatçı olmamasının da bunda bir etkisi vardı. Bir bakıma tüm solun “üst kimlik” olarak kabul ettiği bir sanatçıydı.



1997’de Onur Akın’ın Aşk Bize Küstü albümü çıktığında artık bir radyoda çalışıyordum. Radyonun günlük istek saatlerinde Onur Akın eserleri mutlaka ilk beş sırada yer alırdı. Öğrenci, işçi, ev kadını, taksici, radyoyu arıyor, ya “Seviyorum Seni”yi, ya  “Gaybana Geceleri” ya da “Bekle Bizi İstanbul”u istiyordu.
Bir yandan da Türkiye “uğursuz 90’lar”ın sonlarına doğru ilerlerken çatışmalar, faili meçhuller suikastlar, krizler içinde boğuluyordu. Özlem ve hayallerle büyük kentlere doluşan bizler kentlerin kenar duvarlarına çarpmış biraz yaralanmıştık. Umut ile umutsuzluğun iç içe geçtiği toplum psikolojisini Onur Akın şarkılarının yanı sıra albüm kapağında şöyle ifade ediyordu:
“İnsanın görülmemiş derecede küçümsendiği ve çaptan düşürüldüğü günümüzde kişinin en ivedi ve soylu görevi olayları şarkılaştırmak olmalı. Kuşkusuz bir gerçeğin bilincine varacak, insanın insanca özüne ve onun bülbülleri bile susturabilecek orkestrasına katılma yürekliliği gösterecek hayli insan var”

***
Ve…2000’ler…
90’ların sonlarına doğru toplumda beliren umut umutsuzluk ikilemi, 2000’lerde artık bir yorgunluğa dönüşüyordu. Onur Akın da, onunla yola çıkan bizler de büyümüştük. 12 Eylül sonrası tekrar canlanan devrimci-üniversite-kent romantizmi sönmüştü. Onur Akın da kendi deyimiyle “yüreğe aracısız, dolaysız, direkt, vizesiz giren bir mesaj” ile çıkıyordu yine.
"ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın
yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrümün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın   

Derken, günümüze kadar devam eden hala içinde bulunduğumuz son 10 yıl…
Bazen, “memleket isterim, ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; kardeş kavgasına bir nihayet olsun, diyerek, bazen “Mor Bir Hüzün” içinde , “O sonsuz aşkımızdan geriye ah ne kaldı, Sen gittin, bana senden kanayan yaram kaldı” diyerek, geçip giden yıllar.


***
Şimdi Onur Akın, 46 yaşında sanat hayatının 25’nci yılında. Türk şiirinin unutulmaz şiirleri yüzlerce şarkısıyla buluşup yüzbinlerce kişiye ulaşmış, toplumun ortak duygu hafızasına kazınmıştır. Bizim gibi 90’larda  gençlik ve öğrencilik dönemlerini yaşayanların  “yitik ama onurlu” yıllarına şiirle, şarkıyla eşlik edip, duygularımızı estetize etti.  Lise yıllarımızda devletin himayesindeki Hizbullahçılar yanıbaşımızda arkadaşlarımızı satırla vuruyordu, Üniversitede ise, Onur Akın’ın Antolojisindeki büyük şairimiz Enver Gökçe’nin dizelerinde söylediği gibi:


“Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler”
Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber Şah-ı Merdan
"Tanrı Dağı kadar Türk’tü bunlar
Hıra Dağı kadar Müslüman."
Ve de kanlı bıçaklı düşman


Gazeteciliğe ilk başladığımızda ise arkadaşımız Metin Göktepe İstanbul’un ortasında dövülerek öldürülüyordu. Solcu gençler ise her zaman ki gibi daha eşit, daha adil, bir dünya için mücadele ederken şiirden, müzikten, sanattan kopmadı. Belki vurularak kaybettiler ama onurları tertemiz kaldı. Yeni bir dünya istemini dile getirmek, umutlu olmak için az şey değil.  Bir de 90 yaşını geride bırakan Vedat Türkali’nin yeni bir roman yazdığını bilmek, Bir Gün Tek Başına’yı 25 yıl sonra hala zevkle okumak, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Ahmed Arif, Yılmaz Odabaşı, Ahmet Telli şiirlerinin varlığını hissetmek, Onur Akın’ın yeni şiirlere yeni ezgilerle can vermesini beklemek. Az şey  değil,  “Bekle bizi” diyebilmek…

Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle
Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi
İstanbul
Haramilerin saltanatını yıkacağız
Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul
Sen bize layıksın bizde sana İstanbul









Bu yazının kısaltılmış hali Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder